I. DİRENİŞ GELENEĞİNDEN GELİYORUZ!
Bizleri terörist olmakla suçladınız ve suçlamaya da devam ediyorsunuz. Elbette sizin bu temeldeki suçlamalarınız bizim için pek bir anlam ifade etmiyor. Ama ezilen dünya halklarına karşı taşıdığımız sorumluluk gereği, biz kimiz sorusuna özet bir yanıt verme gereğini duyuyoruz. Çünkü biz kimiz sorusu, niye burada olduğumuzun cevabını da içeriyor.
Bizler bir halk ozanı ve Alevi Kızılbaş inancının önderlerinden olan Pir Sultan Abdal’ın Osmanlı paşası Hızır Paşa’nın baskı ve zorbalığına karşı boyun eğmeyen, inançlarından vazgeçmektense idam sehpasına inançlarını haykırarak yürüyen direniş geleneğinin takipçisiyiz.
Bizler, daha Cumhuriyet kurulmadan soykırımına uğratılan Ermeni halkının, Karadeniz sularında kurşunlanan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, Ağrı’da, Zilan’da, Koçgiri’de, Dersim’de katledilen mazlum Kürt halkının acısıyız.
Bizler ezilen halkların düşlerini gerçeğe dönüştürmek için idam sehpalarında cellatlara meydan okuyan Denizlerin, Yusufların, Hüseyinlerin ve Kızıldere’de düşman kuşatmasına karşı “Biz buraya teslim olmaya değil, ölmeye geldik!” diye haykıran Mahir Çayanların siper yoldaşıyız.
Bizler işkencehanede ser verip sır vermeyen önder İbrahim Kaypakkaya’nın açtığı yoldan yürüyen ve demokrasi, bağımsızlık, sosyalizm mücadelesinde şehit düşen yüzlerce komünistin yoldaşıyız.
Bizler yok edilmeye çalışılan, yok sayılan Kürdistan coğrafyasında kahramanca bir direniş sergileyen Kürt halkının siper yoldaşıyız.
Bizler; zorbalığa, her türlü toplumsal eşitsizliğe, haksızlığa karşı mücadele etmenin suç değil, ilerici insanlığa hizmet etmek olduğuna inanan sınıf bilinçli devrimcileriz. Varlığımıza inandığımız kadar haklı ve meşru olduğumuza da inanıyoruz. “Terörist” suçlamaları emperyalist haydutların ve işbirlikçilerinin, ezilen dünya halklarına karşı işlemiş oldukları suçları gizlemek ve haklı mücadelelerini karalamak için yirminci ve yirmi birinci yüzyılda uydurdukları en büyük yalanlardan biridir. Ama tüm bu yalanlar da onların çöküşünü engelleyemeyecektir.
Bizler enternasyonalist devrimcileriz. Emperyalizme ve dünya gericiliğine karşı mücadele eden ezilen halkların oluşturduğu direniş zincirinin halkalarıyız. Yalnız yürümüyoruz. Enternasyonal proletaryanın tüm ezilen halklarının kurtuluşunu-kardeşliğini simgeleyen şanlı bayrağın altında yürüyoruz.
BİZİ YARGILAYAMAZSINIZ!
Yeryüzünün cennetini cehenneme çeviren emperyalistler ve suç ortaklarıdır. İnsanın insan tarafından sömürülmesini meşru gören, eğitimde, çalışma yaşamında her türlü fırsat eşitliğini ortadan kaldıran, kendilerinin gerici çıkarları için halkları birbirine düşman eden, haksız savaşlara sebebiyet veren suçlular güruhu ve onların çıkarlarını korumakla yükümlü olan yargı kurumları bizi yargılayamaz.
Bizim için emperyalist haydutların yargı kurumlarının adaletine güven duymak, cennet ve cehennemin varlığına inanmak gibidir. Oysa bizim için cennet de cehennem de yeryüzündedir. Kapitalist emperyalist sistem ezilen dünya halkları için yeryüzünü bir cehenneme ve kendileri için de bir cennete dönüştürme çabası içindedir. İşte bizim mücadelemiz de, yeryüzünü ilerici insanlığın, dünyanın gerçek sahiplerinin cenneti haline getirmektir.
Duruşmaları izleyen ve bizi asla yalnız bırakmayan devrimci yoldaşlar, enternasyonal proletaryanın yiğit oğulları, direngen kadınları ve sevgili ailelerimiz iki şeyden emin olabilirsiniz.
Birincisi, bu ve benzeri siyasi davalarda asla gerçek adaletin tesis edilmeyeceği.
İkincisi, enternasyonal proletarya ve ezilen dünya halklarının haklı ve meşru mücadeleleri uğruna tutsak düşmenin, uzun yıllar dört duvar arasında kalmanın bu kavganın doğasında olduğu. Asıl olan bulunduğumuz her alanda ve her koşulda zulme karşı bir bayrak gibi dalgalanmaktır. Ve emin olun ki o bayraklar dalgalanacaktır.
Emperyalizme ve faşizme karşı mücadelede durmak yok! Yılmak yok! Zafere kadar!
Her şey ezilen halkların mücadelesi ve kurtuluşu için! Her şey ilerici insanlığın geleceği için!
BİZİ YARGILAYAMAZSINIZ!
Emperyalistlerin ve suç ortaklarının bizim yaşamımız üzerine zar atmasına asla müsaade etmeyiz. Bizi “teröristlikle” suçlayan emperyalistlere önerimiz çok kibarca ”Lütfen aynaya bakınız”dır.
Emperyalist saldırganlık ve soygun kimliğine karşı, ezilenlerin direniş kimliğine uygun bir tutum takınmanın ve bu uğurda bedel ödemeye hazır olmanın enternasyonalist bir düşünüş tarzına sahip olmayı zorunlu kıldığını biliyoruz. Ve biz de bu yolda yürümeye çalışıyoruz-çalışacağız.
Sizler Alman emperyalist burjuvazisinin çıkarlarını temsil ediyorsunuz. Bizler ise enternasyonal proletaryanın ve ezilen dünya halklarının birer neferiyiz. Onların çıkarlarını savunmakla yükümlüyüz.
Sizin “terörist” suçlamalarınız biz enternasyonalist devrimciler için hiçbir anlam ifade etmez. Her zaman söyledik, bir daha tekrarlıyoruz: Asıl teröristler, silah şirketlerini yönetenlerdir. Büyük tekelleri ve bankaları kontrol eden kan emici burjuvalardır. Onlar dünyayı bir yıkıma, bir felakete sürüklüyorlar. Siz hiç başta enternasyonal proletarya olmak üzere ezilen dünya halklarının haksız bir dünya savaşı veya bölgesel savaş çıkardığını gördünüz mü? Tarihin sayfalarında okudunuz mu? Tabii ki hayır!
Biz hiç kimsenin güdümünde değiliz. Biz dünyayı yoksulluk ve sefalet içine sürükleyen emperyalistler ve uşaklarına karşı mücadele eden enternasyonal proletaryanın bir bölüğüyüz. Ve ezilen dünya halklarının hizmetindeyiz.
Biz Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde kurulan faşist Türk devletine karşı mücadele eden Kürt, Türk ve çeşitli milliyetlerden emekçi halkımızın direniş geleneğinin sürdürücüleriyiz.
II. DİRENMEK BİR HAKTIR. HAKLARI KULLANMAK SUÇ DEĞİLDİR!
Burada yargılanmaya çalışılan siyasal düşüncelerimizdir. Burada yargılanmaya çalışılan emperyalist köleliğe karşı kullanılan direnme hakkımızdır. Oysa baskı, sömürü ve zulmün olduğu her yerde direnmek bir haktır. Devrim meşrudur. Bunu suç saymaya hiçbir yüksek mahkemenin yetkisi yoktur.
Tarihi tecrübelerimizle biliyoruz: Bağımsız değilsiniz. Devletin memuru olanlar, gerçek adaletin aklını değil devletin aklını kullanırlar. Önce devlet, sonra devleti koruyan adalet derler. Ama asla ve asla gerçek adalet diyemezler-dedirtmezler. Yaşamının önemli bir bölümünü hapishanelerde ve mahkeme koridorlarında geçiren biri olarak gördüklerim tam da bu gerçeğin kendisidir. Dolayısıyla bağımsız bir yargı söylemi bir masaldır. Bu masalın sahibi egemen sınıflardır.
Evet, siz bizi tutukladınız. Ama biz haklıyız. Siz bize ceza vereceksiniz. Ama biz yine de haklıyız. Sizin cezalarınız gökyüzündeki kara bulutlardır. Bizim haklılığımız ise güneş kadar parlak ve berraktır. Tarih bizi anlıyor, bugün bizi anlamayan mazlumlar da zamanla anlayacaktır. Bakın tarihi tecrübelere; dün yeteri kadar anlaşılmayanlar, yaşamları hapishanelerde sürgünlerde geçenler sonra anlaşıldılar ve tarih oldular. Ama onları suçlayıp denetimlerinde olan yargı kurumları vasıtasıyla mahkum eden egemenler kendilerine ancak tarihin çöplüğünde yer bulabildiler.
“BANA ARKADAŞINI SÖYLE SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM”
Bu halk deyimi emperyalist-gerici veya faşist devletler arasındaki ilişkiyi anlatma bakımından da oldukça anlamlıdır. Ve tarihi tecrübeler de bu gerçeğe işaret eder. Alman emperyalist devleti ile T.C. devleti arasındaki ilişkilere baktığımızda bu gerçeğin karelerini görüyoruz. Dolayısıyla bu belge alışverişinin ve onu burada delil olarak sunmanın bizim açımızdan ne ciddiye alınır bir yanı ne de inandırıcılığı vardır.
Biz yaşadıklarımıza mı inanacağız yoksa egemen sınıfların aklıyla hazırlanmış olan o malum belgelere yaslanarak iddia makamı tarafından sunulan masallara mı inanacağız? Bilimsel olarak da gerçekler egemen sınıfların resmi belgelerinde aranmaz. Gerçekler o sürecin acılarıyla iç içe yaşayanların anlatımlarından dinlenir. Bilimsel yöntemle yazılan belgelerden okunur. Bazen bir olay, bir şiir, bir makale koca bir süreci özetler.
Örneğin, yirminci yüzyılın son çeyreğinde Türkiye’nin Sivas şehrinin Madımak Oteli’nde aralarında aydın yazarların, Alevi inancına mensup kanaat önderlerinin, sanatçıların ve on bir yaşında bir çocuğun da olduğu aydınlık yüzlü insanları güpegündüz diri diri yaktılar. Hem de devletin askerlerinin, polislerinin gözleri önünde. Tetikçiler yaktı. Ankara baktı. Çünkü gerçek katil Ankara’daydı. Ama onlar resmi belgelere şöyle bir not düştüler: “Bazı provokatörler dini hassasiyeti olan Sivas halkını provoke ederek yangın çıkardılar.” Oysa yangın talimatını veren Ankara’nın karanlık güçleriydi.
Gördüğünüz gibi Türk devletinin DAİŞ denilen katil sürüsünü desteklemesi bir rastlantı değil, aynı bataklıkta üremelerindendir. Daha ortada DAİŞ yokken Ankara iş başındaydı. Erdoğan gibi katiller bu zihniyetle büyüdüler. İnsanları diri diri yakan şu “dini hassasiyet”e bakınız. En vahşi bir tabloya dahi masum bir gömlek giydirilmeye çalışılıyor.
Bugün bizim karşı karşıya kaldığımız tablo da benzer özellikler taşımaktadır. Şöyle ki hem zulme uğrayan hem de uğradığımız zulmü-haksızlıkları ispatlamakla görevli kılınan biziz. Ama aynı zamanda bizim anlatımlarımızı dikkate almayan sizsiniz.
Siz gerçekleri devletin polisi-valisinin, savcısının hazırlamış olduğu ve üzerinde “rapor” veya “belge” yazan karanlık sayfalarda arıyorsunuz. Oysa bunlar bu tablonun yaratıcılarıdır. Ve her gün insanlığın vicdanında daha da derin yaralar açanlar bu sayfaları hazırlayanlardır. Türk devletinin bugün estirdiği devlet terörünün gerçek olup olmadığını öğrenmek için belgeye mi ihtiyaç vardır? Diğer bir ifadeyle katillerden cinayetleri hakkında bilgi istemek, hırsızlardan hırsızlığa dair rapor istemek, en hafif deyimiyle onları aklamaya çalışma çabasıdır. İddia makamı başından bu yana bunu yapıyor. Yine Berlin için bu masalların katil Erdoğan’la kurulan suç ortaklığından dolayı bir değeri olabilir. Ama bizim için tüm bunlar karartılmış kağıt parçalarıdır.
Ermeni soykırımı yaşanmıştır. Bunu ispatlamak için ne bir çabaya ne de bir belgeye ihtiyaç vardır. Bilindiği gibi katledilen binlerce insanın bir mezar taşı dahi yoktur.
Türk devletinin Kürtleri yok sayma, yok etme, karşı devrimci politikalarını ispatlamak için belgeye mi ihtiyaç vardır? İnanın bunu Kürdistan coğrafyasında yaşayan her canlı bilir. Dağlara yağan bombalar geyikleri daha da ürkek hale getirdi. Hayvanların doğal yaşam alanlarında savaş rüzgarları esiyor. Tüm bunları ispatlamak için belgeye mi ihtiyaç vardır?
Binlerce yurtsever devrimci-demokrat-sosyalist mezarlarda yatıyor. Hapishaneler tıklım tıklım. Dışarıda tek seslilik, ama hapishanelerde çok seslilik var. Çünkü muhalif-alternatif olan birçok farklı ses orada. Bu uygulamalar ancak faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir ülkede olabilir. Türkiye’de burjuva anlamında dahi demokrasinin olmadığını ispatlamak için bir belgeye mi ihtiyaç vardır? Tabii ki yoktur. Ama ne yazık ki bütün çıplaklığıyla orta yerde olan bu gerçekler bu salonda kabul görmedi. Bunların nedenlerine dair bir tek soru sorulmadı.
Hala “kurulu anayasal düzen”den söz ediliyor. Sizin sözünü ettiğiniz Anayasa darbeciler tarafından hazırlanan anayasadır. Erdoğan ülkeyi o anayasayla yönetti-yönetiyor. Bu gerici anayasadan şüphe etmemek veya onun meşru olduğunu savunmak başlı başına bir suçtur. Buna hayır diyen milyonlarca insanın iradesini hiçe saymaktır.
Erdoğan ve çetesi bunu yapıyor. Buna karşı suç ortakları ne yapıyor? Tabii ki susuyor. Ya da duyulmayacak tarzda sesler çıkarıyorlar. Oysa gerçekler bütün heybetiyle bağırdıkça bağırıyor. Ve bir kez daha tekrarlıyoruz: Altı milyon seçmenin oyunu alan bir partinin eş genel başkanlarının tutuklanıp “terörist” ilan edildiği bir ülkede-demokraside özgürlüklerden söz edilemez. HDP eş genel başkanlarını “teröristlikle” suçlamak, onlara oy veren altı milyon insanı da “terörist” olmakla ya da “teröre” yardım etmekle suçlamak anlamına gelir.
Sayın iddia makamı, böylesi bir devletin sunduğu belgelere itibar etmekte tereddüt etmiyorsunuz. Bu dayanışmanızı anlıyoruz. Buna rağmen şu soruları sormadan da duramıyoruz: Sizce neden bu coğrafyada bu kadar “terörist ve destekçisi” var? İkliminden mi suyundan mı? Yoksa tüm bunlar, egemen sınıfların ezilen halkların haklı mücadelelerini karalamak için yürüttükleri o yalan kampanyalarının bir parçası mı? Tabii ki öyledir. Ama siz bu gerçek resme gözünüzü kapatarak baktığınız için göremiyorsunuz. Peki neden? Egemen sınıfların ortak çıkarlarından ve suç ortaklıklarından dolayı. Tek tesellimiz sizin görmek istemediğiniz o gerçeklerin Batı Avrupa sokaklarında daha da görünür hale gelmesidir.
BİZ HAYATIN ÖĞRENCİSİ, SÜRECİN DEVRİMCİSİYİZ
Bizler, toplumsal gerçekliği egemenlerin anayasalarından ve onlara dayanan ceza yasalarından öğrenmiyoruz. Bizler toplumsal gerçekliği sosyal pratikte yaşayarak görüyoruz-öğreniyoruz. Yani toplumsal eşitsizliğin, üretenlerle yönetenler arasında yarattığı iktisadi uçurumları ders kitaplarından okumuyoruz. Yaşadığımız toprakların varoşlarındaki işsizlik ordusunda, kurulan sofraların resmine yansıyan yoksullukta görüyoruz. Bizler gerçekleri yok edilen, yok sayılan ulusların, azınlık milliyetlerin, baskı altında olan mezheplerin yaşamlarında görüyoruz.
Birçoğumuzun genç yaşlarda bu baskılara karşı çıkması, devlet denilen baskı ve sömürü aygıtının hedefi haline gelmesi, çok asi ve her türlü kurulu düzene itiraz eden bir düşünüş tarzına sahip olmamızdan değil, tam tersine insan olmamızdan kaynaklı kullanmak istediğimiz doğal haklarımıza karşı örülen militarist barikatlardan dolayıdır. Görüldüğü gibi hayat bizi daha demokratik, daha özgür bir yaşam için mücadeleye zorunlu kılmıştır. Unutmayın ki baskıların amacı yığınları sindirmektir. Ama baskılar her zaman egemenlerin istediği sonucu üretmez. Çoğu zaman baskılar direnmeye davetiye çıkarır.
TARİHİN KANUNUDUR: ZALİMLERİ YIKMAK HER ZAMAN MEŞRUDUR!
Faşist Türk devletine karşı yürütülen mücadele haklı ve meşrudur. Bugün Ankara’da burjuva anlamında bir parlamentonun varlığından dahi söz edilemez. T.C. kanun hükmünde kararnamelerle yönetiliyor. Devletin tüm kurumları iç iktidar mücadelesinin kirli birer aracı haline gelmiştir. Yani Alman devletinin sahipleneceği, gönül rahatlığıyla destekleyeceği burjuva-feodal anlamda bir parlamenter yapı da ortada yok. Sarayda oturan katil Erdoğan, bir padişah edasıyla yak-yok et-tutukla talimatlarını yağdırıyor. Başka bir anlatımla korktukça saldırganlaşıyor. Saldırdıkça korkuları daha bir artıyor.
Hiç kuşkusuz bu durumda bize düşen görev, haklı ve meşru olan mücadelemizi sürdürmek ve onun korkularını daha da büyütmektir. Bu haklı mücadelemizden dolayı faşist Türk devletinin mahkemelerinde yargılandık. Şimdi aynı gerekçelerle emperyalist efendilerinin mahkemelerinde yargılanıyoruz. Hakkımızda ileri sürülen iddialar farklı dilde ifade edilse de amaçlarının ve hedeflerinin aynı olduğundan hiç kuşkumuz yok. Kuşkumuzun olmadığı diğer bir gerçekse şudur: Ezilen halkların demokrasi ve özgürlük istemleri zorla bastırılıyorsa direnmek meşrudur ve bir insanlaşma eylemidir.
Bu konuya dair 26 Ağustos 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ikinci maddesini hatırlatmak istiyorum:
“Her bir politik birleşmenin amacı; doğal ve dokunulamaz insan haklarını korumaktır. Bunlar; özgürlük hakkı, mülkiyet hakkı, güvenlik hakkı ve baskıya karşı direnme hakkıdır.”
Yine Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin başlangıç kısmında şöyle denilmektedir:
“İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan hakları hukuk rejimi ile korunmalıdır.”
Keza tüm bu düşünceler Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinde daha radikal bir tarzda yer almıştır:
„Yönetenler bireylerin yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişmek gibi doğal, devredilmez haklarını sağlamak içindir. Halk bu amaçtan sapan yönetimi değiştirmek ve devirmek hakkına sahiptir.”
Hem genel anlamda hem de güncel bağlamda eşitlikten, özgürlükten yana olan hiçbir birey Türk devletinin özgürlük hakkına, güvenlik hakkına saygı gösterdiğini söyleyemez. Diğer bir ifadeyle hangi birey Türk devletinin ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkına saygı gösterdiğini iddia edebilir? Türk devleti, bırakalım Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkına saygı göstermeyi, böylesi bir hakkın varlığını dahi kabul etmiyor. Bilindiği gibi anadil doğuştan kazanılmış bir haktır. Ama bugün Kürtlerin anadillerinde eğitim görme talepleri Türk devleti tarafından reddediliyor. Ermeni ve diğer farklı azınlık milliyetlere uygulanan yok sayma karşı devrimci politikası milyonlarca Kürt nüfusuna da uygulanmak isteniyor. Tüm bu saldırılara karşı direnmek veya ayaklanmak her türlü barbarlığa karşı insanlığın onurunu korumaktan-savunmaktan başka bir şey değildir.
III. EGEMENLERİN RESMİ TARİHİ, YALANLARININ BELGESİDİR
Tarih yaratılandır, yaşanandır. Bunları objektif olarak ortaya koymak, yazmak gerçeğin diliyle konuşmaktır. Oysa egemenlerin “resmi tarih” dedikleri, tahribatların-tahrifatların toplamından ibarettir. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde kuruldu. Ama bu kuruluşun temelinde başka mazlum halkların kanları vardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son sürecinde Ermenilere karşı bir soykırım yapılmıştır. Ama saldırılar durmamıştır. Söz konusu coğrafyada Rumlar, Kürtler, Süryaniler, Pontuslar kıyımlardan geçirilmiştir. Kimileri sürgünlere tabi tutulmuştur.
T.C.’nin resmi tarihi, tüm bu süreçleri iç ve dış düşmanlara karşı yürütülen bir “bağımsızlık”, bir “kurtuluş” savaşı olarak tanımlamaktadır. Oysa esas yapılan, yapılmaya çalışılan; Türk ulusu dışındaki diğer halkları yerinden yurdundan etme, asimilasyona tabi tutarak tarih sahnesinden yok etme barbarlığıdır. Birinci Dünya Savaşı’nda bu barbarlık sürecine kayıtsız kalan, hatta destek sunan yine Alman emperyalist burjuvazisidir. Resmi istatistikler çerçevesinde Türkiye’nin o süreçteki nüfus bileşimine baktığımızda, Ermenilerin nüfusu yüzde 18’ini teşkil ettiğini görmekteyiz. Bu nüfus oranına Rum, Süryani ve diğer Ortodoks Hristiyan topluluklarını ekleyince karşımıza yüzde 25’lik bir nüfus oranı çıkmaktadır.
Oysa gelinen aşamada Türkiye coğrafyasında bu halkların nüfusu binlerle ifade edilmektedir. Artık ne Van’da ne de Sivas’ta bir kasaba nüfusuna tekabül edecek bir Ermeni topluluğu yoktur. Dahası resmi tarihe göre söz konusu tüm topraklar Türk yurdudur. Resmi tarihe göre Türkler Anadolu’ya gelmeden önce bu topraklarda hangi halkların yaşadığı sorusunun ya yanıtı yoktur ya da tersyüz edilmiş, gerçeklerden uzak, çarpık bir resmi tarih yanıtı vardır.
Tarih tekerrür etmiyor. Sadece emperyalistlerin ve suç ortaklarının gerçekliğine ışık tutuyor. Şöyle ki; Türkler, Kürtler, Ermeniler, Süryaniler ve diğer halkların, farklı dinlerin, kültürlerin yaşamış olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde Türk devleti kuruluyor. Bu devlet ne pahasına kuruluyor? Bu devlet başta Kürt ulusu olmak üzere diğer halkları yok etme, yok sayma ve zorbalıkla sindirme pahasına kuruluyor. Ve bu karşı devrimci icraatlar Osmanlı’nın son sürecine ve T.C.’nin kuruluşunun ilk on yıllarına dayanıyor. Alman emperyalist burjuvazisi hem Osmanlı İmparatorluğu’nun son sürecinde hem de T.C.’nin kuruluş yıllarında T.C.’nin önemli müttefiklerinden biriydi. İmparatorluk, Birinci Dünya Savaşı’na bu nedenle Alman emperyalist burjuvazisinin çıkarları için katılmıştır.
Dün emperyalist tekellerin çıkarları için Osmanlı’nın ve onun yıkıntıları üzerinde kurulan T.C.’nin diğer ulus ve halkları katletmesine seyirci kalan-destek sunan Alman emperyalist burjuvazisi bugün de aynı çizgisinde yürüyor.
Dahası daha fazla kan akıtılması için T.C.’ye silah satıyor. Ama tüm bunlarla da yetinmiyor. Faşist Türk devletiyle olan sınıfsal kardeşliği, suç ortaklığı gereği Türkiyeli devrimcileri, sosyalistleri tutuklayıp yargılıyor. Hiç şüphesiz bu tablonun ortaya çıkması karşısında kimileri şaşırıyor. Mevcut durumu “tutarsız-çelişkili” bir tutum olarak değerlendiriyorlar. Yani bir yandan bizim gibi yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kalan devrimcilerin iltica taleplerini kabul ediyor ki bu taleplerin kabulü, anti-demokratik yasalarla yönetilen bir sistemin varlığının kabulü anlamına gelir-geliyor. Diğer yandan bu sisteme karşı mücadele etmenin “terörist” bir faaliyet olduğunu ileri sürerek tutukluyor. Peki tüm bunlar şaşırtıcı mı? Kesinlikle değildir. Bilakis emperyalist burjuvaların iki yüzlü politikalarının en net göstergelerinden biridir. Emperyalistler ve suç ortakları, sınıfsal duruşları gereği devrimcilere, komünistlere düşmandırlar. Ve emperyalist devletlerin devrimcilerin, komünistlerin iltica taleplerine karşı vermiş oldukları her karara yüklemiş oldukları mesaj şudur: Sahip olduğun devrimci değerleri inkar et. Kapitalist-emperyalist sistemin yaratmış olduğu bencil-bireyci düşünüş ve yaşam tarzının bir parçası ol. Aksi taktirde, Ankara ile Berlin arasında sandığın kadar bir mesafe yoktur. Devlet güvenlik veya özel ağır ceza mahkemeleriyle, eyalet yüksek mahkemeleri arasında ise fark vardır ancak bu önemli bir fark değildir. Her halükarda yine sanık sandalyesindesiniz.
Elbette ki burada olmamız ne haklılığımıza gölge düşürür ne de emperyalistlerin ve suç ortaklarının hakkımızdaki söylemlerinin gerçek olduğunu ispatlar. Bilakis bize yirmi birinci yüzyılda çarpıtılmış bir tarih anlayışına karşı yeniden gerçekleri haykırma fırsatını sunuyor. Yani dün bölgeyi kan gölüne çevirenlerin bugün de aynı icraatlarını sürdürdüklerini dile getirmemizi sağlıyor. Ezilen halkların dinleri-dilleri farklı olabilir, ama acıları ortaktır. Başta Türk halkı olmak üzere Kürt ulusu da Ermeni, Süryani, Rum halklarının dün çektikleri acıları yeteri kadar göremediler-anlayamadılar. Zalimlerin zulmüne karşı ortak bir duruş sergileyemediler. Dahası yer yer insanlığa karşı işlenen bu suçlara iştirak ettiler. Bu gerçeği bugün görmek, yalnız geçmişe dair özeleştirel bir tutuma temel teşkil etmez. Aynı zamanda ezilen halkların kardeşliğine, birlikte mücadele etmenin tarihsel sorumluluğuna ve bilincine büyük bir güç kazandırır. “Asla yalnız değilsiniz” şiarı mücadele alanlarında somut bir olgu haline gelir. Şunu unutmamalıyız ki geçmiş olumsuzluklarımızla yüzleşme, bugünkü görevlerimizin doğru bir tarzda anlaşılmasına vesile olacaktır.
Evet, insanlık tarihi sınıf mücadelesi tarihidir. Tarih ve bilim de sınıflı toplumda asla tarafsız değildir, taraftır. Biz de tarafız. İyiden, doğrudan ve güzel olandan yanayız. Sınıfsız-sömürüsüz bir dünyanın kurulması için mücadele ediyoruz. Dolayısıyla tarih tek başına diktatörlerden, sömürücü güçlerden ibaret değildir. Bu güçlerin olduğu her yerde ezilenler tarafından direniş mevzileri kazılmıştır. Tarihin ileriye doğru akışı da böyle sağlanmıştır.
Tarih ve coğrafya yine iç içe olan olgulardır. Ve sınıfsal bir bakış açısıyla incelenmeleri zorunludur. Yani tarih sınıf savaşından koparılamaz. Türk egemen sınıfları “tek dil, tek din, tek devlet, tek bayrak” şeklindeki ırkçı yaklaşımlarıyla resmi bir tarih oluşturmuşlardır. Bu tarihte, bu coğrafyada yaşayan Kürt ulusuna ve diğer azınlık milliyetlere yer yoktur. Çünkü tarihinden koparılmış halkları köleleştirmek, denetim altına alarak yok saymak daha kolaydır. Diğer bir anlatımla köklerinden koparılmışsan, tarih bilincinden yoksunsan, resmi tarih sayfalarında ya yoksun ya da figüransın.
IV. TÜRK DEVLETİ, DEMOKRASİNİN DÜŞMANI
Türk devleti ve emperyalist efendileri ne kadar demokrasiden söz ediyorlarsa bilin ki demokrasiden o kadar uzaktırlar. Onlar ne kadar özgürlükten söz ediyorlarsa bilin ki o kadar özgürlük düşmanıdırlar. Çünkü onlar her zaman emperyalist tekellerin ve uşaklarının sınırsız sömürü özgürlüğünden ve egemenliğinden yanalar. Bu sömürü ve zorbalık sistemine karşı bir itirazda bulunmak, haklı ve meşru olan mücadelenin bir parçası olmak, egemenlerin yasalarına göre suçtur. Bu durumda, kendinizi ya devlet güvenlik mahkemelerinde ya da yüksek eyalet mahkemelerinde bulursunuz. Hazırlanan iddianameler farklı dilde, lakin suçlamalar benzer kalemden.
Bugün tüm bu haksızlıkları reddetmek, insanlığın en güzel erdemlerini yüreğinde taşımak demektir. Yani ücretli köleliğe, kadın cinayetlerine, dinin egemenler tarafından ideolojik bir saldırı aracına dönüştürme pratiklerine itiraz, güncel devrimci bir görevdir. Çünkü devrimcileşmek, aynı zamanda insani değerleri sahiplenmektir. Hiç kuşkusuz bu bilinç mücadele alanlarında kazanılır ve özgürlük de ancak kazanılan bu bilinçle elde edilir.
Egemenler özgürleşen değil sürüleşen bir toplum istiyorlar. Çünkü sürüleşen kolay yönetilir. Ne yazık ki Türk egemen sınıfları bu konuda geçici de olsa bir mesafe almış durumda. Yani halkın beynini önemli oranda dinle uyuşturmuşlar, ahlak ve vicdanını da egemen ulus ırkçılığıyla kilitlemişlerdir. Uyuşturulmuş beyin, kilitlenmiş ahlak ve vicdan; Erdoğan ve çetesinin estirmiş olduğu devlet terörünün şakşakçısı durumuna düşmüştür.
Mevcut resmin doğru bir tarzda anlaşılması için, Türk egemen sınıfları tarafından siyasallaştırılan dinin ve cinsiyetçi temelde yaratılan ayrımcılığın kadınların sosyal yaşamları üzerinde yaratmış olduğu olumsuz etkilere bakmak gerekir. Çünkü yaşananlar Türk devletinin siyasal İslam kimliğine, kadın düşmanlığına ve dolayısıyla demokrasi karşıtı faşist kimliğine ışık tutmaktadır. Aslında tarihsel bakımdan da sınıf savaşının tarihinde kadının yeri zayıftır. Tüm eril semâvî dinlerin bakış açısı da budur. Kadın ya “şeytan”dır ya da bir hiçtir.
Kapitalist-emperyalist sistem de her koşulda kadınların ezilmesini, aşağılanmasını öngörür. Bugün gerek çalışma hayatında gerekse kamusal yaşamın diğer alanlarında cinsiyetçi temelde bir ayrım söz konusudur. Bu durum asla şaşırtıcı değildir. Egemenler ataerkil düşünüş tarzının yaratıcısı ve uygulayıcısıdırlar. Kadına yönelik şiddet de bu zemin üzerinde yükseliyor. Sınıfların ortaya çıkışıyla kadınlara dayatılan kölelik ilişkisi, şiddet olgusuyla iç içedir. Ve tüm bunların merkezinde devlet olgusu vardır. Kadınlar, ezilen uluslar, azınlık milliyetler, mezhepler ve tabii ki tarihi boyunca tüm ezilenler bu zorbalık aygıtının zulmüne maruz kalmışlardır.
Keza ataerkil sistem aynı zamanda bir eşitsizlik sistemidir. Yani cinsiyetçilik temelinde kadınlar üzerinde baskı kurma sistemidir. Bu baskı aileden başlayarak toplumun tüm yaşam alanlarına sinmiştir. Cinsiyet temelli bu ayrımcılığa meşruluk kazandırmak için dinler, yasalar, geleneksel düşünüş ve yaşam tarzı bu kirli amaçlar için birer araç olarak kullanılmıştır. Özellikle din, kadınların köleleştirilmesi için ataerkil sistemin en büyük dayanaklarından biri olmuştur.
Cinsiyet temelli ayrımcılık politikası, erkeğin her bakımdan kadından üstün olduğuna dair zırva teorilerle temellendirilmeye çalışılmıştır-çalışılmaktadır. Bu durumu günlük sosyal yaşamın her karesinde hissetmek mümkündür. Örnek olarak “Kadın aklı işte!”, “Elinin hamuruyla erkek işine karışma!” vb. Elbette ki tüm bunlar, erkek egemen anlayışı ideolojik bir zemine oturtmanın argümanlarıdır. Diğer bir ifadeyle kadına biçilen bağımlılık statüsünü-kölelik ilişkisini bu ataerkil ideolojik zemine dayandırma çabasıdır.
Genel olarak dünyada ve özel olarak Türkiye coğrafyasında kadına yönelik şiddetin boyutunu anlamak bakımından bazı kısa veriler sunmak istiyoruz. Bunları sunmadan önce Birleşmiş Milletler’in şiddet olgusuna dair yaptığı tanımlamaya bakmakta yarar vardır.
“Kadına yönelik şiddet, kamusal ve özel alanda gerçekleşen, kadınların fiziksel, cinsel, duygusal zarar görmesiyle sonuçlanan ya da sonuçlanması muhtemel olan her türlü cinsiyet temelli şiddet eylemi veya bu eylemin yapılacağına dair tehdit ya da zorlama ve keyfi olarak özgürlüğün kısıtlanmasıdır.”
Yine Birleşmiş Milletler’in küresel cinayet raporuna göre dünya genelinde on binlerce kadın öldürülüyor. Türkiye’nin bu karanlık tablo içindeki yeri, merkezi bir noktadadır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun 2018 ve 2019 yıllarının verilerine göre yüzlerce kadın erkek şiddeti sonucu hayatını kaybetmiştir. Platform var olan bu sonucun nedenlerini ise şöyle özetlemektedir: “2018 yılında kadın cinayetinin artmasının başlıca nedenleri; devletin kadın cinayeti ve kadına yönelik şiddete karşı önlem almak yerine daha çok artıracak uygulama ve yasaları getirmeye çalışması, var olan kanun ve sözleşmelere uymamasıdır.”
Hiç şüphesiz Türk devletinin kadınlara yönelik cinayetleri önleme diye bir derdi yoktur. Şöyle ki Türk devleti, toplumu dinsel ve geleneksel bir yaşam tarzına hapsetmek için her türlü gerici ve ilkel politikaya başvurmaktadır. Bu politikaları yasalarla da meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Durum böyle olunca cinsiyetçi temelde ayrımcılık veya “namus”, “töre” vb. ilkel yaklaşımlarla cinayetler olağan bir boyut kazanıyor. Tüm bunların yanı sıra yaratılan haksız savaşların, ekonomik krizlerin yol açtığı yoksulluğun ağır faturasını da en çok kadınlar ve çocuklar ödemektedirler. Bugün açısından Ortadoğu coğrafyası bu gayri insani uygulamaların yoğunluk kazandığı bir merkez haline gelmiştir. Elbette ki Latin Amerika ve Afrika’daki tablo da pek farklı değildir.
Aynı cinsiyetçi ve homofobik tutum LGBTİ+ bireylerine karşı da izlenmektedir.
“…2018 yılında LGBTİ+ bireylerine yönelik insan hakları ihlallerinde ilişkin toplam 89 vaka ele alınmıştır ki bu vakalar arasında dört nefret cinayeti vardır. Bu nefret cinayetlerini nefret suçu, nefret söylemleri, işkence ve kötü muamele ve benzerlerini gayri insani uygulamalar takip etmektedir.”
Aynı nefret suçları ve cinayetler 2017 yılı raporunda da mevcuttur. Tüm bu karşı devrimci saldırılar egemen sınıfların bakış açısının bir yansımasıdır. Bu bakış açısı sürdüğü müddetçe cinayetler ve nefret suçları kaçınılmazdır.
AKP İKTİDARI FARKLI DÜŞÜNMEYİ, ELEŞTİRMEYİ SUÇ SAYIYOR!
AKP iktidarı farklı düşünmeyi, eleştirmeyi suç sayıyor. Devrimci ve sosyalist fikirler söz konusu olduğunda T.C. tarihi bir yasaklar, tutuklanmalar ve sürgünler tarihidir. Bugün düşüncelerini ifade ettiklerinden dolayı onlarca akademisyen yaşamlarını Türkiye dışında sürdürmek zorunda kalmıştır. Onlarcası farklı cezalara mahkum edilmiştir. Peki bu akademisyenlerin T.C. yasalarına göre “suçları” neydi? Akademisyenlerin “suçu” Türk devletinin özellikle Kürt coğrafyasında yürütmüş olduğu haksız savaşa karşı bir bildiri yayınlamaktı. Bildirinin içeriği mevcut sorunların barışçıl bir tarzda çözümünü içermekteydi. “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriye iki binden fazla akademisyen imza attı.
Bu barışçıl ve insani isteme karşı demokrasi düşmanı Türk devleti ne yaptı? Her zaman olduğu gibi önce savcılarını harekete geçirdi; “örgüt propagandası” iddiasıyla 2017 yılından bu yana 429 akademisyeni ifade vermeye çağırdı. Bu süre içinde altmış akademisyene bir ila iki yıl arasında değişen hapis cezaları verildi. Soruşturmaya tabi tutulan bu akademisyenlerin bir kısmı an itibariyle Batı Avrupa’da farklı üniversitelerde çalışmaktadırlar. Kısacası siyasal İslamcı, Türk ırkçısı AKP iktidarı farklı düşüneni, eleştireni “terörist”, “hain” ilan etti, etmeye de devam ediyor.
Yine Özgür Gazeteciler İnisiyatifi’nin 2018 yılı raporu, Türkiye’de basın özgürlüğünün olmadığının açık bir kanıtıdır. İşte veriler işte gerçekler!: 521 gazeteci yargılandı, 3 gazeteciye müebbet hapis cezası, 121 gazeteciye hapis ve para cezası verildi. 112 gazeteciye toplam 546 yıl 9 ay 20 gün, 6 gazeteciye ise toplam 40 bin TL para cezası verildi. Burada verilen rakamlar sadece ceza yargılamaları ile ilgili rakamlardır; basın organları ve gazetecilerin maruz kaldığı çeşitli türden idari baskı ve tedbirlere yer verilmemiştir.
Basın emekçilerine dönük saldırılar bugün de artarak devam ediyor. Mevcut siyasi iktidarın basına dönük politikası tek sesliliğe ayarlanmış durumdadır. Bundan dolayı da her farklı ses, söylem ve eleştiri yıkıcı bir faaliyet olarak görülüp suç sayılmaktadır.
TÜRK DEVLETİ LAİK DEĞİLDİR
Laik bir devlet din ve devlet işlerini birbirinden ayırır. Hangi din ve mezhebe sahip olursa olsun söz konusu devletin sınırları içinde yaşayan her kesime karşı eşit mesafede durur. Din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde gereken kolaylıkları sağlar. Adalet, hukuk vb. gibi sorunları dinin esaslarına göre değil, bilimin özgürlükçü mantığıyla ele alır. Yani bireylerin hak ve özgürlüklerini korur. Yaşam tarzlarına müdahale etmez.
Türk devleti tarihi boyunca esas olarak yukarıda altını çizdiğimiz anlayışa uygun olarak hareket etmemiştir. Yani hiçbir zaman laik devlet kimliğine bürünmemiştir. Sadece değişen iç ve dış koşullar-dengeler neticesinde dinin günlük sosyal-siyasal yaşam üzerindeki etkileri azalıp çoğalmıştır.
Bu tarihi süreci kısaca özetlersek: Türk Devleti kurulduktan bir yıl sonra, yani 1924 yılında Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ikinci maddesinde “Türk devletinin dini İslam’dır” vurgusu yapılmıştır. Bu madde her ne kadar 1928’de Anayasa’dan çıkarılarak ve 1937 yılında Anayasa’nın 2. maddesi “Türkiye devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, LAİK ve inkılapçıdır. Resmi dili Türkçedir.” şeklinde formüle edilse de pratik olarak din, yaşamın her alanındaki varlığını korumuştur.
Şüphesiz Türk devletini söz konusu tarihi kesitte laik söylemlere iten iç ve dış ana faktörler de vardı. Şöyle ki; dünyanın farklı coğrafyalarında gerçekleşen devrimler, sokaklardan yükselen özgürlük ve eşitlik talepleri, çağdışı-zamanın ruhuna uygun olmayan tüm düşünüş tarzları üzerinde bir baskı yarattı. Gerici-faşist iktidarları söylem düzeyinde de olsa “yeni şeyleri” ifade etmeye zorladı.
Bu genel tabloya karşın, din her zaman Türk egemen sınıflarının elinde ilerici ve devrimci güçlere karşı bir silah olarak kullanılmıştır. Bu anlayış çerçevesinde komünizme karşı mücadele dernekleri kurulmuştur. Dün AKP’nin iktidar ortağı olan ve bugün Türk devleti tarafından “terörist” olarak ilan edilen Fethullah Gülen bu derneklerin faaliyetlerine katılan bir zattır. Yine katil Erdoğan’ın öğrencilik yıllarında içinde yer alıp çalıştığı “Milli Türk Talebe Birliği” gibi dernekler de benzeri karşı-devrimci rolleri üstlenmişlerdir.
12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri darbeyle birlikte siyasal İslamcılar “laik Türk devletinin” sunduğu imkanlar doğrultusunda başta Türk ordusu olmak üzere tüm militarist kurumlar içine ve devletin diğer kilit noktalarına adım adım yerleştiler. Bu iç gelişmelere paralel olarak dünya çapında esen gericilik dalgasının da etkisiyle bu güçlerin geniş yığınlarla buluşmasını sağladı. Erdoğan vb. diktatörler bu sürecin ürünü olarak ortaya çıktılar.
V. GENEL OLARAK DİN, ÖZEL OLARAK SİYASAL İSLAM
Bilindiği gibi modern çağ öncesinde dinsel ideolojiler devletlerin temel ideolojik kaynağıydı ve toplumlar dinsel ideolojilerle şekillendiriliyordu. Bu nedenle politikleşen din, dinsel savaşlara da zemin yarattı. Dönemin aydınlanma hareketleri de dinsel savaşların yol açtığı bu yıkım ve kıyımlar içinde doğup gelişti.
Bugün de özellikle Ortadoğu’da, Afrika’da dinci hareketler küçümsenmeyecek bir güç düzeyindeler. Afganistan’da, Mısır, Irak, Libya ve Suriye’de bu dinci güçler büyük mevziler elde ettiler. Ama tıpkı geçmişte olduğu gibi elde ettikleri tüm mevzilerde büyük yıkımlara yol açtılar. Kitleleri Ortaçağ zihniyetiyle eğitmeye, yönlendirmeye çalıştılar-çalışmaya da devam ediyorlar.
Bu gidişata karşı durmak, siyasal İslamcıların başta Aleviler olmak üzere diğer tüm inançlara ve dinsel topluluklara uygulamış oldukları baskılara karşı çıkmak bir özgürlük sorunudur. Biz komünistler her fırsatta dinin kişisel bir sorun olduğunu ve bu nedenle hem inanmayanların hem de inananların inanç özgürlüğünün güvence altına alınması gerektiğini savunduk-savunmaya da devam ediyoruz.
Bu konuda ne kadar haklı olduğumuzu bugün Ortadoğu ve Afrika coğrafyasında ortaya çıkan kanlı tabloda görmek mümkündür. Bu kanlı tabloda siyasi İslam; Erdoğan ve bölgedeki diğer gerici-faşist diktatörler tarafından iktidarlarını korumak amacıyla halkların birliğine karşı kullandıkları bir kanlı hançer rolünü görüyor. Bu hançer emperyalistlerin eliyle Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de büyük yıkımlara yol açtı. Tüm bu yıkımlar karşısında durmak, Emperyalizme, uşaklarına ve her türlü gericiliğe karşı can bedeli bir mücadele içine girmek, direnme hakkının kullanılmasıdır. Zulme karşı ayaklanmanın ta kendisidir. Bu direnme hakkını “terörizm” olarak nitelendirmek, kokuşmuş bir söylemden başka bir anlam ifade etmez.
Bu anlayış çerçevesinde şu gerçeklere dikkat çekiyoruz: Türk devletinin bölgeye ilişkin yapmış olduğu tüm girişimler insani değil Osmanidir. Yani temelinde işgalcilik, fetihçilik yatıyor. Bu konuda faşist haydutların tüm söylemleri demagojiktir. Çünkü burjuva egemenlik sisteminde iktidar ve gayrı meşru şiddet ilişkisi iç içedir. Daha uzun ömürlü bir iktidar; kesintisiz ve sistemli bir baskıyı-şiddeti zorunlu kılar. Dolayısıyla Erdoğan ve suç ortakları da insanlığa dair iyi ve güzel olan tüm değerlerle ilişkisini kesmiş bir haydutlar çetesidir. Bu çete emekten, özgürlükten, demokrasiden yana olan tüm güçleri susturmayı, katletmeyi bir görev olarak algılamaktadır.
Türk devletinin ve bölgedeki diğer gerici devletlerin, emperyalist efendilerinin Taliban, El Kaide, İŞİD, DAİŞ, El Nusra, İD ve benzeri örgütlerle olan ilişkilerine-çatışmalarına ışık tutmak, dün olduğu gibi bugün de güncel bir görevdir. Örneğin DAİŞ’in Suriye ve Türkiye coğrafyasında akıttığı kanlarda AKP iktidarının sorumluluğu gözardı edilemez. Türk devleti bugün de El Nusra vb. çeteci gruplara olan desteğini sürdürmektedir. Suudi Arabistan ve Pakistan ise farklı tarihi süreçlerde hem bu çeteci gruplara ev sahipliği yapmışlardır hem de çıkarlarına uygun olarak yeri gelince de çatışmışlardır. Tıpkı Türk devletinin DAİŞ’e karşı zaman zaman yürüttüğü operasyonlar gibi. Oysa gerçek olan şu ki: Her siyasi İslamcı çeteci grubun arkasında bölgede bir veya birden fazla gerici-faşist devletin desteği vardır. Birincisi bu.
İkincisi, bölgedeki faşist ve gerici devletlerin emperyalist efendileri de bu karanlık tablodan bağımsız değildir. Örneğin Berlin, Ankara’nın DAİŞ ve El Nusra ile olan ilişkisini biliyordu. Ama Alman emperyalist burjuvazisinin çıkarları gereği bu konuda ya sessiz kaldı ya da söylem düzeyinde bir itirazda bulundu.
Burada bir kez daha bu karşı devrimci ilişkilere, bölge halklarına karşı işlenen suçlara değinmek istiyoruz. Tanıkların anlatımlarına, siyasal analizlerine yer vermek istiyoruz. Bu aynı zamanda bu ve benzeri güçleri ortaya çıkaran tarihsel koşulları sorgulamak anlamına geliyor. Çünkü bugün yalnız Irak ve Suriye’de değil, birçok ülkede ortaya çıkan cihatçı selefi hareketleri tetikleyen hem tarihsel hem de güncel faktörler vardır.
Dış müdahaleler: Hiç şüphesiz burada dikkat çekmeye çalıştığımız emperyalist işgaller, siyasal müdahalelerdir. Rusların Afganistan, ABD’nin Irak işgali, siyasal İslamcı hareketlerin bölgede genişleyerek güçlenmelerine yol açtı. Elbette ki bölgenin dinamikleri bu dinci hareketlerin gelişmesine elverişliydi. İşte Emperyalist güçleri ve uşakları tam da bu çelişkileri kaşıyarak işe başladılar. Burada bir noktanın altını önemle çizmek istiyoruz: Her şeyi emperyalist işgallere bağlamak, bölgedeki tarihsel gerçekliği, güncel dinamikleri göz ardı etmek anlamına gelir.
Hatırlanacağı gibi, Ruslar Afganistan’ı işgal etmeden önce de mevcut yönetime karşı dini karakterli hareketler çatışma halindeydi. Çünkü Afganistan’da 1973 yılında yönetimi ele geçiren güçler Rus yanlısı güçlerdi. Bu yönetime karşı mücadele eden hareketler 1975 yılında ayaklandılar. Bu ayaklanma girişimine Pakistan devleti ve Suudiler ekonomik ve askeri yardımlar sunuyorlardı. Elbette ki sunulan bu destekler ABD emperyalistlerinden bağımsız değildi. Bilakis ABD emperyalizminin bölgeye ilişkin öngördüğü “yeşil kuşak” projesinin bir parçasıydı.
Şöyle ki: “Yeşil kuşak” projesi komünizmle mücadele etme anlayışı üzerinde şekillenen bir projeydi. Bunun için petro-dolarların harcanmasında oldukça cömert davranıldı. Örneğin Kral Faysal 1971’de Sünni eğitimin merkezi sayılan Kahire’deki El Ezher Üniversitesi’ne on milyonlarca dolar aktarmıştı. Peki bu süreçte Türk devletinin tutumu ne olmuştu? Hiç kuşkusuz “yeşil kuşak” projesine hemen “yeşil ışık” yakarak onun bir parçası olmuştu. Toplumsal devrimci muhalefete karşı din silahına sarılmakta gecikmemişti.
SİYASAL İSLAM: KİMİ BÖLGE DEVLETLERİNİN İKTİDAR ANAHTARI
Bu konuya dair gazeteci-yazar Fehim Taştekin’in kimi değerlendirmelerini sunmak istiyoruz. Çünkü bu değerlendirmeler bazı gerçeklere ışık tutmaktadır.
“1979’da Sovyet güçlerinin Afganistan’a girmesiyle başlayan çatışmalar, iki milyonu aşkın Afgan mültecinin Pakistan’a sığınmasına neden oldu. Mülteciler mücahit kazanma havuzuna dönüştü. Pakistan medreseleri de kutsal cihada adam devşiriyordu. Burada da ABD organizatör, Suudi Arabistan finansör, Pakistan taşerondu. CIA, Pakistan üzerinden yaklaşık üç milyar dolarlık eğit-donat programıyla mücahitleri Sovyet işgaline karşı seferber etti. Bu şekilde seksen bine yakın savaşçı eğitildi.” (Taştekin, “Karanlık Çöktüğünde”)
Devamla “Türkiye’yi 2011 sonrası Suriye’de rejimi değiştirme uğruna maceraya sürükleyen heveslerle Pakistan’ı “cihat otobanı”na çeviren Ziya-Ül Hak’ın hevesleri birbirine benziyordu. Recep Tayyip Erdoğan önce Halep ardından Şam’daki Emeviye Cami’nde namaz kılmak istiyordu. Ziya-Ül Hak da Kabil’de cuma namazı kılmayı düşünüyordu.
Tarihler farklı, ama amaçlar aynı. Siyasal İslam, bölgedeki diktatörler elinde kanlı bir kılıç rolünde. Gerçek manada inanç özgürlüğünden yana olan ve dinin kişisel bir sorun olduğuna inanan hiç kimse dini siyasallaştırma yolunu tercih etmez. Dinsel-mezhepsel çelişkileri kaşıyarak halkları birbirine boğazlatmaz. Ama dini siyasal iktidarlarını korumanın bir aracı olarak gören bölgenin faşist diktatörleri bir başka ülkenin camilerinde namaz kılma hayalini kuruyorlar. Elbette ki Erdoğan’ın Ankara’da Ziya-ül Hak’ın Pakistan’da namaz kılacakları yüzlerce cami vardır. Buradaki tüm söylemler siyasal İslam argümanlarıyla kitleleri aldatmaya dönük kara propagandalardır. Temelinde işgalcilik-fetihçilik yatıyor. Dolayısıyla hiç kimse bu eli kanlı diktatörlerin selefi cihatçı örgütlerle olan bağını gözardı edemez. DAİŞ’in zihniyet dünyasıyla Erdoğan’ın dünyası arasında özde bir fark yoktur.
İşte gerçekler! İşte itiraflar! “Patrick Cockburn’a konuşan Faray adlı eski bir İŞİD savaşçısı, Kürtlerin kurduğu halk koruma birliklerinin (YPG) İŞİD’i temizleyerek Kobani ile Afrin arasında koridor oluşturmasını önlemek için Türkiye’nin Cerablus’a harekat başlattığı sıralarda şunu söylüyordu:
“Türkiye Cerablus’a girdiğinde oradaki arkadaşlarımla konuştum. Gerçekte IŞİD Cerablus’tan ayrılmadı, onlar sadece sakallarını kesti.”
“….Türkiye İŞİD’i çok destekledi. Mayıs 2015’te ben Tel Ebyad’dayken sınır muhafızlarının herhangi bir engeli olmadan çok sayıda silah ve cephane teslimi aldık.” (Taştekin, “Karanlık Çöktüğünde”)
TC’nin dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bir Türk televizyonunda şu açıklamaları yapıyordu: “İŞİD dediğimiz yapı radikal terörize gibi bir yapı olarak görülebilir. Ama oraya katılanlar arasında Türkler, Araplar, Kürtler vardır. Oradaki yapı, daha önceki hoşnutsuzluklar, öfkeler büyük bir cephede geniş bir reaksiyon doğurdu. Eğer Irak’ta Sünni Araplar dışlanmamış olsaydı böyle bir öfke birikmesi olmazdı. Eğer Beşşar el Esad’a “yüzde 12’lik bir etnik yapıyla ülkeyi yönetmesin, bu ülke hepimizin” dediğimizde dinleseydi bunlar yaşanmazdı. İŞİD öfkeyle büyüyen bir tehdit ama işin özünü unutmamak lazım.”
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi başta ABD emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalist güçler de bu gerçeği biliyor. Nitekim ABD başkan yardımcısı ve yine bir Pentagon yetkilisinin açıklamaları bir itiraf niteliğindedir:
“Körfezdeki Sünni ortaklar ve Türkiye ile ilgili bir başka itiraf ABD başkan yardımcısı Joe Biden’den geldi. Biden 1 Ekim 2014’te Harvard Üniversitesi’ndeki konuşmasında şunları söylüyordu:
“Bölgedeki müttefiklerimiz Suriye’deki en büyük problemimizdi. Türkler ki çok iyi dostumuzdur ve benim de Erdoğan’la harika bir ilişkim var. Suudiler, Emirlikler vs. ne yapıyorlardı? Esad’ı devirme ve bir Sünni-Şii vekalet savaşı çıkarmada çok kararlıydılar. Ne yaptılar? Esad’la savaşacak herkese yüz milyonlarca dolar para ve on binlerce ton silah akıttılar, El Nusra, El Kaide için destek olacak, dünyanın diğer yerlerinden gelen cihatçıların aşırı unsurlarını kabul ettiler. (…) Bunların (yardımlar) hepsi nereye gitti? İşte şimdi olan ise birdenbire herkes uyandı. Irak’taki El Kaide olan, İŞİD denilen bu ekip, Irak’tan atılmışken Doğu Suriye’de açık bir alan toprak buldu, bizim daha önce terörist ilan ettiğimiz El Nusra ile çatıştı. Ve biz, iş arkadaşlarımızı (müttefikleri) bunlara desteği kesmeye ikna edemedik. (…)
Türkiye’nin İŞİD’in kendine yönelik doğrudan ve acil bir tehdit olduğunu fark etmesi epey zaman aldı.” (Taştekin, “Karanlık Çöktüğünde”)
Yine Pentagon’dan bir danışman da şunları söylüyordu: “Erdoğan’dan yabancı cihatçı akışını kesmesini istedik. Ama o, Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya etme konusunda büyük bir hayal görüyor ve bunda ne ölçüde başarılı olabileceğinin farkına bile varmış değil.” (London Review of Books, cilt 38, no: 1.7 Ocak 2016)
Keza Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin 15-16 Kasım 2015’te yapılan G-20 zirvesinde şu açıklamalarda bulunuyordu:
“İŞİD’in 40 ülke tarafından finanse edildiğini biz biliyoruz. Üstelik finans kaynağı sağlayanlar arasında bugün G-20 zirvesine katılan ülkeler de var. Meslektaşlarıma, teröristlerin yasadışı petrol ticaretinin boyutlarını ortaya koyan, uzaydan ve uçakla çekilen fotoğrafları gösterdim. (Fotoğraflarda görülen petrol yüklü konvoyların uzunluğu onlarca kilometreyi buluyor.)” (Taştekin, “Karanlık Çöktüğünde”)
Tüm bu somut verilerin yeniden sunulması bu mahkeme salonunda bir tekrarı içerebilir ki içeriyor da. Ama bunlar gerçeklerdir. Ve gerçekler de inatçıdır. Yanlışlarla, yalanlarla hesaplaşma onun varlık gerekçesidir. Bilindiği gibi, sayın avukatlarımız bu salonda defalarca Türk devletinin anti demokratik niteliğine dikkat çektiler. Böylesi bir devletin sahiplenilmeyeceğine vurgu yaptılar. Ama heyetinizin tutumunda herhangi bir değişiklik olmadı-olamaz da. Çünkü Alman devletinin sınıfsal çıkarları, Türkiye ve Kürdistanlı devrimcilerin yargılanmasını emrediyordu.
Neden: Çünkü Türk devleti Alman devletinin müttefikidir. Bu nedenle Ankara’nın İŞİD’le, Özgür Suriye Ordusu’yla, El Nusra’yla sürdürdüğü ilişkilere karşı ciddi bir tutum olamaz. Bilindiği gibi katil Erdoğan bu çeteleri de yanına alarak Kürt topraklarında kanlar akıttı-akıtmaya da devam ediyor. Emperyalist efendilerinin bölgede “terörist” dediği, İŞİD, El Nusra vb. çeteci gruplar farklı süreçlerde Kürt halkına karşı yürütülen savaşlarda Ankara’nın suç ortaklarıdır. Bu suç ortaklığı TC.’nin işgal ettiği Kürt topraklarında hala sürmektedir ve sürecektir de. Tüm bu yaşananlara karşı Alman devletinin tutum nedir? Hiç kuşkusuz bir tarafta “terörist” dediği güçlerle, müttefiki olan Ankara’nın kurmuş olduğu ittifaklar karşısında ölü taklidi yapıyor. Ama diğer yandan bu katil sürülerine karşı mücadele eden Kürdistanlı devrimcileri ve müttefiklerini tutuklayıp yargılamaya çalışıyor. Diğer bir anlatımla gerçeklerle savaşmada ısrar ediyor. İşte bundan dolayı mutlaka ama mutlaka kaybedeceksiniz. Bakınız, Türk devletini korumak için ortaya koymuş olduğunuz tüm çabalarınıza rağmen, bugün Ankara’nın adı hem Orta Doğu’da hem de Batı Avrupa sokaklarında “terörist” dediğimiz bu çeteci gruplarla birlikte anılmaktadır. Ama merkezinde Kürt halkının olduğu tüm ilerici ve demokratik güçlerin haklı ve meşru mücadelesine olan destek-sempati artarak devam etmektedir. Er ya da geç Ortadoğu halklarının üzerine çöken bu karanlık bulutlar dağıtılacaktır. Bu onurlu mücadele tarihin akışı üzerinde önemli bir rol oynayacaktır. Bugün mevcut güçler dengesinin ezilen halkların aleyhine olması sadece ve sadece görevimizin ağırlığına işaret eder.
VI. İŞGALLERE MEŞRULUK KAZANDIRMANIN MAZERETİ: “GÜVENLİĞİMİZ TEHLİKEDE(!)”
Emperyalistler ve bölgedeki uşakları özellikle 2001 yılından sonra saldırganlık ve işgal politikalarına meşruluk kazandırmak için “saldırı altındayız. Meşru savunma hakkımızı kullanıyoruz” yalanlarıyla kamuoyunu aldatma çabası içindeler. Nitekim ABD emperyalistleri de İranlı Kasım Süleymani’ye bu gerekçeyle suikast düzenlediler. Keza İran bu gerekçelerle Irak, Suriye vb. başka ülkelerde çatışmalar yürütmektedir. Türk devleti de aynı gerekçelerle bir bütün olarak Kürt coğrafyasında kanlı bir savaş yürütmektedir. Libya’da süren iç çatışmaların bir parçası haline geldi. Ve tüm bu karanlık ve kanlı faaliyetlerini “Birleşmiş Milletler” başta olmak üzere uluslararası kimi kurumlar tarafından “terörist” olarak ilan edilen “siyasal İslamcı” çeteci gruplarla birlikte yürümektedir.
Tüm bu gerçekler bize şunu gösteriyor: Bölge ve dünya barışı için tehdit oluşturan, güvensizlik kaynağı olan emperyalist devletlerdir. Bölgedeki suç ortakları olan diktatörlerdir. Ve yürüttükleri bu saldırgan politikaların temelinde bölgenin zenginlik kaynaklarına sahip olma gerçeği yatıyor. Bunun için de sahip oldukları zenginliklerle yetinmiyorlar. Yani nüfuz alanlarını daha da genişletmek istiyorlar.
Saldırganlığın başını çeken güç, ezilen halkların ve enternasyonal proletaryanın direniş oklarının yönelmesi gereken ilk hedef olmalıdır.
Bu hedef ABD emperyalizmidir. ABD emperyalistleri Ortadoğu’da bugün kaybedilen her mevziinin yalnız enerji kaynaklarından yoksun kalmak anlamına gelmediğini, bilakis diğer kıtalardaki etkinliklerinin de zayıflayacağını biliyorlar. Bundan dolayı da her türlü devlet terörüne başvurmakta tereddüt etmiyor ve kendilerinin de altında imzası olan “uluslararası sözleşmeleri” hiçe sayıyorlar. Tabii ki burada da şaşırtıcı bir durum yoktur. Emperyalistlerin sözünü ettiği uluslararası hukuk, özünde haydutlar hukukudur. Ana kuralı da kuralsızlıktır.
Elbette ki başta Rusya olmak üzere diğer emperyalist güçlerin tutumu da farklı değildir. Suriye’de, Irak’ta, Libya’da ortaya koydukları pratik tutumlar emperyalist tekellerin çıkarlarına ayarlıdır. Yapılan tüm “barış çağrıları”, “ateşkes” eksenli düzenlenen toplantılar daha fazla çıkar elde etme ve nüfuzlarını artırma amaçlıdır. Hiç kimse emperyalist merkezlerde “barış” adı altında kurulan o masalarda gerçek manada bir barışın sağlanacağına inanmamalıdır.
Unutmayın ki bu haksız savaş kundakçılarının “ateşkes-barış” diye imzaladıkları her belge aynı zamanda gelecekte yapacakları yeni haydutlukların planlarını da içermekte. Bu nedenle bölgemizde yaşananlar yalnız bugüne işaret etmiyor. Aynı zamanda gelecekte olabilecekleri öngörmemize hizmet edecek veriler de sunuyor.
Bu anlamıyla Türk devletinin, İran ve bölgenin diğer birçok gerici devletinin tutumu da emperyalist efendilerinin tutumuna paraleldir. İran devleti de bölgedeki tüm müdahalelerine meşruluk kazandırmak için İran’ın güvenliğinin Şii nüfusun olduğu her ülkede etkin olmaktan geçtiğini açıkça dillendirmekte. Suriye, Irak, Lübnan vb. ülkelerde süren çatışmaların içinde aktif olarak rol alması bu anlayışın ürünüdür. Hiç kuşkusuz ABD ve İsrail karşıtlığı da İran’ın bölge politikasının şekillenmesinde önemli bir etkendir. Filistin hareketine sunulan destek buna bir örnektir.
Türk devletinin Sünni İslam kimliğiyle bölgede etkin bir güç olma planları esasta yaşam hakkı bulamamıştır. Ama Türk devleti bu hedefinden de vazgeçmemiştir. Suriye, Libya ve bölgenin diğer çatışmalı ülkelerinde izlenen tüm politikalar bu eksenlidir. Görünen o ki, bu saldırgan politikalar sürdürülecektir. Ama mevcut güçler dengesi ve bölge özgülünde oluşan bloklaşmalar “Yeni Osmanlıcılık” hayallerinin gerçekleşmesini engelleyecektir.
Keza her şey karşıtıyla birlikte vardır. Baskılar direnmeyi; işgaller, ulusal devrimci demokratik ve anti-faşist hareketlerin doğmasını tetikler. Elbette ki bunun için nesnel koşulların olgunlaşması ve ezilenler cephesindeki çözüm arayışlarının bir yoğunluk kazanması gerekir. Türk devletinin Suriye’de, Irak’ta, Libya’da yürütmüş olduğu saldırgan politikalar bölge halklarının öfkesini mayalıyor, birleşik mücadeleye de zemin yaratıyor-yaratacaktır. Halkların birleşik mücadelesi, her türlü dinci, ırkçı-milliyetçi propagandaların etki gücünü de zayıflatacaktır.
VII. ORTA DOĞU HALKLARININ KURTULUŞU BİRLEŞİK DEVRİMCİ MÜCADELEYİ ZORUNLU KILAR
Ortadoğu halkları, burjuva milliyetçi veya dinci politikalarla ne emperyalizme ne de bölgedeki gerici-faşist devletlere karşı gerçek manada demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi yürütemezler. Keza demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi aynı zamanda bölge halklarının birleşik devrimci mücadelesini de zorunlu kılar. Eğer bugün bölge halkları burjuva milliyetçi ve dinci politikalar temelinde bölünerek birbirini boğazlıyorsa, bunun nedeni ilerici-devrimci önderliklerin bölgedeki zayıflığıdır. Merkezinde ulusal devrimci Kürt partilerin olduğu özgürlük güçleri henüz bu tabloyu değiştirecek halkların birleşik gücüne ulaşamamıştır.
Tarihi tecrübelerimize dayanarak şunu net olarak ifade edebiliriz: İlerici-devrimci önderlikler ezilen halkların bölünmesini değil, birleşmesini sağlamaya çalışırlar. Yani burjuva milliyetçi tutumları reddederek, enternasyonal dayanışmayı her koşulda ilke edinirler. Bu demektir ki Ortadoğu halklarının birliği, ilerici-devrimci düşüncelerin kitleler içinde yaygınlaşmasıyla mümkün olabilir. Bu düşünceler enternasyonal dayanışmayı tetikler. Rojava pratiğinde bunun işaretlerini gördük. Direnişin haklılığı ve meşruluğu, farklı uluslardan ilerici güçlerin direniş cephesine akmasına neden olmuştur.
Bölgenin yakın tarihinden hareketle yeniden şu gerçeklere dikkat çekmek istiyoruz: Ortadoğu’da burjuva milliyetçi bir çizgide yürüyen herhangi bir hareketin başarı elde etme, bağımsız bir tutum geliştirme şansı zayıftır. Bu niteliğe sahip olan hareketlerin farklı emperyalist devletlerin veya bölgedeki gerici devletlerin güdümüne girmesi de kaçınılmaz gibidir. Filistin hareketinin tarihi ve geldiği nokta veya Güney Kürdistan’daki gelişmeler bize hangi yoldan ya da nasıl yürünmesi gerektiği konusunda somut veriler sunmaktadır. Keza emperyalizmin ezilen halkları özgürleştirmenin değil, köleleştirmenin teminatı olduğunu göstermektedir.
Her şeyden önce var olan nesnel gerçekler devrimci bir çizgide yürümeyi ve farklı uluslardan, azınlık milliyetlerden halkların birliğini temel almayı zorunlu kılar. Bölgedeki devrimci ve sosyalist güçlerin yetersizliği ne bu gerçekleri savunmamızın ne de devrimci sosyalist çizgide ısrar etmemizin önünde engel değildir. Bölge halklarının emperyalist haydutlardan, gerici-faşist devletlerin egemenliğinden kurtulmasını, gerçek manada özgürleşmelerini sağlayacak olan bu çizginin ta kendisidir.
PROLETER HAREKETİN GÖREVLERİ VE SORUMLULUKLARI
Tüm proleter devrimlerin, haklı ve meşru mücadelelerin etkileri, ulusal sınırları aşarak uluslararası bir boyut kazanır. Çünkü ezilen halkların sorunları da acıları ve sevinçleri de ortaktır. Her bir devrimin zaferi diğer halkların mücadelesi için bir cesarettir, umuttur. Sömürü ve zulmün ortadan kaldırılması için atılan somut bir adımdır. Tarihin akışını değiştirmek için açılan yeni bir yoldur. Emperyalistler ve işbirlikçilerinin dünyanın herhangi bir coğrafyasında ezilenlerin haklı mücadelelerine karşı topyekun bir saldırıya başvurmaları duyulan bu korkunun sonucudur. Bundan dolayıdır ki egemen sınıflar “Yeni bir dünya mümkündür!” şiarına hizmet eden her çabayı engellemeyi, örgütlülükleri dağıtmayı sınıfsal çıkarlarının bir gereği olarak görüyorlar. Yirminci ve yirmi birinci yüzyılda gerçekleşen devrimlere ve halk hareketlerine karşı geliştirilen karşı devrimci saldırılar da bunun en somut örnekleridir.
Emperyalistlerin ve bölgedeki gerici devletlerin başta Kürt ulusu olmak üzere ezilen halklara karşı uygulamış oldukları sömürücü, inkarcı politikalara ve asimilasyon politikalarına karşı proleter hareketin tavrı oldukça nettir. Proleter hareket zulme karşı yönelen her ulusal hareketin demokratik bir muhtevası olduğunun bilincindedir. Desteklediği-sahiplendiği de bu demokratik içeriktir. Ezilen ulusların, halkların iradesinin hiçe sayıldığı, ezilen geniş yığınların bilincinin dini gericilikle, ırkçılıkla zehirlendiği-karartıldığı bir coğrafyada bu demokratik içerik karanlığa tutulmuş bir ışıktır.
Proleter hareket ulusal sorunların çözümü, halklar arasında sınıfsal temelde bir köprünün inşa edilmesi, gerçek manada kardeşliğin pekişmesi için dün olduğu gibi bugün de şu gerçeklerin aktif olarak savunulmasını ve bu uğurda mücadele edilmesini gerekli görür:
Birincisi ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, yani ayrılıp ayrı bir devlet kurma hakkı. İkincisi tüm uluslar için tam hak eşitliği. Üçüncüsü ulusal azınlıkların haklarının korunması ve güvence altına alınması. Dördüncüsü bütün ülkelerin işçilerinin ve ezilen halklarının sınıf dayanışmasının, birliğinin sağlanması.
Başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın hiçbir coğrafyasına emperyalistlerin savaş uçaklarından atılan bombalarla, sokakları kan gölüne çeviren uşaklarının tanklarıyla barış gelmez. Halklar bu şekilde barış içinde bir arada yaşayamaz. Tüm anti-demokratik uygulamaların, zulüm politikalarının altında emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin imzası vardır. Bakınız Ortadoğu’ya, bölgenin barışı hakkında en çok konuşanlar Trump, Putin, Erdoğan ve diğer katil saz arkadaşlarıdır. Oysa bunlar “barış” dedikçe halkların kanı akıyor. Bunlar barış dedikçe halklar yerinden yurdundan oluyor. Yaşamlarını çadırlarda, barakalarda yoksulluk ve sefalet içinde sürdürmek zorunda kalıyorlar. Bunlar “teröre” karşı mücadele dedikçe devlet terörü artıyor.
Türk egemen sınıfları da “barış” dedikçe hakim ulus milliyetçiliğine sarılıyor. Gelinen aşamada Kürt düşmanlığı bir bütün olarak Kürt coğrafyasını kaplamış durumdadır. Türk egemen sınıflarının tankları, militarist güçleri Güney Kürdistan’dadır. Suriye topraklarındadır. Dini gericilik propagandası T.C. tarihindeki zirve noktasındadır. Pantürkizm, Panislamizm hayalleri katil Erdoğan ve suç ortaklarının rüyalarını süslemektedir. Milliyetçilik ve dincilikle harmanlanan bu karşı devrimci politikalar yalnız Türkiye coğrafyasında değil, bölge coğrafyasında da ciddi tehlikelere yol açmaktadır. Bugün ana hedefte Kürtler ve müttefikleri vardır. Ama bu ırkçı ve dinci şekillenişin diğer ulusları, ulusal azınlıkları, mezhep ve inançları hedeflemesi de kaçınılmazdır. Erdoğan çetesindeki kimi burjuva siyasetçilerinin ve onların medya alanındaki tetikçilerinin geçmiş Osmanlı devletinin sınırlarına atıfta bulunan açıklamalar yapmaları, Sünni İslam dışındaki diğer dinleri-mezhepleri aşağılar nitelikte davranışlar içinde bulunmaları bilinçli bir politikanın eseridir.
Yine Türk egemen sınıfları bugün Ortadoğu haritasında yapılacak muhtemel değişimlerden pay istiyor. Bunu isterken geçmiş Osmanlı sınırlarını hesaba katıyor. T.C., sınırları dışında beslediği çeteci gruplarla kendisine yeni egemenlik alanları açmaya çalışıyor. Bir yandan bunu yaparken diğer yandan dış güçler bölgeyi terk etsin diyor. Tüm bu yaşananlara rağmen biz şuna inanıyoruz: Başta Kürt halkı olmak üzere bölge halkları er ya da geç Türk egemen sınıflarını bu işgalci rüyadan uyandırıp gerçeklerle yüzleştirecektir. Bu topraklar nice imparatorları, şahları, diktatörleri tarihin çöplüğüne gömdü. Erdoğan vb. çapsız, şahsiyetsiz kişiliklerin şahsında somutlaşan Türk egemen sınıflarını da hayalleriyle birlikte tarihin çöplüğüne gömecektir. Varsın bugün çakallar zafer naraları atsın; proletarya ve ezilen halklar daha son sözlerini söylemedi.
ASLOLAN DİRENMEKTİR!
Bugün Türk egemen sınıfları işçilerin, ezilen ulusların, halkların gerek emek eksenli gerekse ulusal demokratik içerikli tüm taleplerine karşı baskıcı-yıldırıcı bir yol izlemektedir. İzlenen bu politikayla tüm toplumsal muhalefet denetim altına alınmak isteniyor. Taleplerin haklılığını, direnişin meşruluğunu karartmak için de her fırsatta “terörizm”, “bozgunculuk” yalanına baş vuruluyor. Çünkü yalan gerçeğin tersyüz edilmesidir. Yalan, her türlü talan politikasını kolaylaştırmanın, ona zemin hazırlamanın aracıdır.
Türk medyası bu yalanlara yaslanarak her gün savaş çığlıkları atıyor. Eli kalem tutan ırkçı kafalar her fırsatta Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını hatırlatıyor. Halktan toplanan vergilerle halka karşı kullanmak için yeni silahlar üretiliyor; silah tekellerine durmadan yeni siparişler veriliyor. İşçilerin, emekçilerin insanca bir yaşam için ileri sürdükleri talepler karşısında beş-on lira zam pazarlığını yapan egemen sistemin sözcüleri, milyarlarca dolarlık silah alımı yapıyorlar. Her koşulda “önce ülke güvenliği” diyorlar. Oysa onların sözünü ettiği güvenlik bir avuç sermaye iktidarının güvenliğidir. Ezilen halkların bir güvenlik sorunu yoktur. Ezilen halkların bu haydutlardan kurtulma sorunu vardır. Halkların geleceğini tehdit eden, halkları yoksulluğa sefalete sürükleyen bu egemen sistemin ta kendisidir.
Hiç şüphesiz bu zorbalıklar direniş çizgisiyle alt edilebilir ve emek hırsızlığı, başta işçiler olmak üzere tüm emekçilerin mücadelesiyle önlenebilir. Zalimler ancak direnişin dilinden anlar. Zulmün panzehiri direniştir. Yakın tarihimize bakın; AKP iktidarı yasal alanda siyaset yapan demokrasi güçlerine karşı her türlü pervasızca saldırıya baş vurmaktadır. Katil Erdoğan, güdümündeki medya aracılığıyla kime saldırılacağının talimatını sistemli olarak vermeye devam ediyor. Talimatlara uygun olarak harekete geçen mahkemeler tutukluyor. Uçaklar kalkıp topraklarımıza bombalar bırakıyor. Tüm bunlar milyonların gözlerinin önünde oluyor. Görüyoruz, ama ya susuyoruz ya da suç ortağı oluyoruz. Peki biz sustukça ne oluyor? Biz sustukça tutuklanma sırası bize geliyor. Sokaklar daha da sessizleşiyor. Haklı taleplerimizi dile getirme cesaretimiz kırılıyor.
Oysa ilk andan itibaren saldırılara karşı direniş cephesini güçlendirmiş olsaydık, zorbaları zorbalık siyasetini uygulamada tereddütte düşürürdük. Hem kendi gücümüzün farkına varırdık hem de dişe diş bir direnişin varlığımızın bir gereği olduğunu daha iyi görürdük. Ne yazık ki başka bir yol da yoktur.
Ortadoğu coğrafyasına ahlaki-vicdani bir yaklaşımla baktığımızda görevlerimizi anlamakta zorlanmayız. Yani ezilenlerin acılarını paylaşacak insanca bir tutum, harekete geçmemiz için yeterli olacaktır. Dolayısıyla şimdi yakınmanın-sızlanmanın zamanı değil, harekete geçmenin zamanıdır.
EMPERYALİSTLER EZİLEN ULUSLARIN VE HALKLARIN DÜŞMANIDIR
Bu konuda yazar Robert Fisk’in şu değerlendirmeleri de bu gerçekliğe önemli oranda ışık tutmaktadır. Beyefendi şöyle der: “Kürtler, terkedilmeleri gerekene kadar ABD için ‘güvenli müttefik’tir.”
Amerika’nın Avrupa ve Avrasya işlerinden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı, Washington’daki Ortadoğu Enstitüsü’nün 19 Mayıs 2018 tarihinde düzenlediği panelde Robert Fisk’i teyit eder nitelikte konuşmuştu. YPG’ye hiçbir söz vermediklerini belirten Cohen şunları dedi:
“Amerika ile Türkiye arasındaki ilişkiler geniş ve derin. Suriye Demokratik Güçleri’ni Rakka için kullanmak ile ilgili anlaşmazlık taktiksel bir konu. Bunun Türkiye’ye yönelik güvenlik taahhüdümüze stratejik bir etkisi olmayacaktır. Taktiksel alanlarda anlaşmazlıklarımız var ama Türkiye ile her zaman yoğun ve çeşitli bir ilişkimiz oldu ve bu devam edecek. Amerika YPG’yi savaş alanı ortağı olarak görüyor; çünkü Suriye’nin o bölgesinde tek güçler; Rakka’yı kurtarabilecek kapasitedeler. Onlarla ilişkimiz geçici harekete dayalı ve taktiksel.”
Bu aylar öncesinden yapılan bir itiraftır. Ve emperyalizm mantığına da uygundur. Yine emperyalistlerin niteliğine ışık tutan bir başka itiraf da İngiliz devlet adamı Lord Palmerston’a mal edilen “İngiltere’nin ebedi dostları ve ebedi düşmanları yoktur, ebedi çıkarları vardır.” sözüdür.
Pratik olarak yaşanan da budur. Dolayısıyla emperyalistler barışın değil, haksız savaşların teminatıdır. Bu nedenle emperyalistler var oldukça bölgesel yerel savaşlar sıkça yaşanır. Çünkü emperyalizm demek, sömürü-soygun ve haksız savaş demektir. Emperyalistlerin ekonomik yasası, içte ve dışta sınırsız sömürüdür. Emekçi yığınların yoksullaştırılması, ücretli köleler haline getirilmesi, izlenen bu karşı devrimci politikaların doğal sonucudur. Bugün başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın farklı coğrafyalarında bu yıkıcı politikaların yol açtığı sonuçları görmekteyiz. Halklar arasında milliyetçi ve dinsel temelde yaşanan boğazlaşmalar kitlesel göçlere, işsizliğe, açlık ve sefalete yol açmaktadır.
Yine emperyalistlerin girdikleri her yerde ilk yaptıkları şey özgürlük ve adalet adına ne varsa onu yok etmektir. Kendine bağımlı bir uşak güç yaratmaktır. Doğayı tahrip etme, çevreyi ve havayı kirletme pahasına yeraltı-yerüstü zenginlik kaynaklarını talan etmektir. Bunun için yeri gelince dine sarılır, yeri gelince ulusal çelişkileri kaşırlar. Çünkü emperyalistlerin en korktuğu şey ezilen halkların birleşik gücüdür. Proleter düşünüşle şekillenen anti-emperyalist bilinçtir. Bu bilince varan geniş emekçi yığınlar, emperyalistlerin ezilenleri bölen her türlü yıkıcı politikasını boşa çıkarır. Ters yüz edilmiş tarih bilincini yerli yerine oturtur.
KAPİTALİST-EMPERYALİST SİSTEM ÇÜRÜMÜŞTÜR; KRİZ VE ÇATIŞMALAR SÜRECEKTİR
Kapitalist-emperyalist sistem çürümüş ve asalak bir sistemdir. Sermayenin varlığını sürdürmesi ancak ucuz iş gücüyle mümkündür. Bu nedenle teknolojiyi geliştirerek artı değeri daha da çoğaltma projeleri, kapitalizmin krizinin daha da derinleşmesine ve kitlelerin sokaklara akmasına zemin hazırlamaktan başka bir işlev görmedi, göremez de. Bugünkü tablo nasıl olursa olsun kapitalist sistemin yoksullaştırdığı kitleler, kapitalizme karşı mücadele etmeye yöneleceklerdir. Bu bir emek ve insanca yaşama kavgasıdır.
Nitekim kapitalist-emperyalist sistemin krizi, emperyalist metropollerde işçi ve emekçilerin grevlerine, protesto eylemlerine yol açmaktadır. Hatırlanacağı gibi 2018 yılının son aylarında Fransa’da yaşanan “sarı yelekliler” eylemi -ki bu eylem istenilen düzeyde olmasa da başka ülkelerin sokaklarında da bir karşılık gördü- hükümete belli oranda geri adım attırdı. “Burjuva demokrasisi”nin burjuva diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı bu eylemlilik süreciyle birlikte bir kez daha açığa çıktı.
Emperyalist burjuvalar her fırsatta hak ve özgürlükler mücadelesini “terörizm” ilan etmektedirler. Bu karşı devrimci saldırılarını da “demokratik hukuk devleti”ni koruma yalanlarıyla maskelemeye çalışmaktadırlar. Oysa korunan, korunmaya çalışılan, emperyalist tekellerin çıkarlarıdır.
YIKACAĞIZ HALKLARI BÖLEN TÜM DUVARLARI
Dünyanın mevcut gidişatından bir avuç egemen gücün dışında hiç kimse hoşnut değildir. Bilindiği gibi yirminci yüzyılın son çeyreğinde sosyalist maskeli burjuva bürokratik devlet yapılarının yıkılmasıyla birlikte egemen sınıflar ve onların kiralık kalemşörleri “liberalizm” şarkısı eşliğinde yeryüzünün bir cennete dönüşeceği propagandalarını yaptılar. Her fırsatta küresel zenginlik masalından söz ettiler. Ancak bugün karşımızda küresel zenginlik değil, küresel yoksulluk ve sefalet vardır. Ve bunun yaratıcısı da emperyalist kapitalist sistemdir.
Yine “soğuk savaşlar” dönemi bitti. Artık sınırlar anlamsızlaştı; şimdi serbest ticaret dönemidir. Ve Berlin duvarının yıkılışı da yapılan tüm bu propagandaların ana malzemesiydi. Evet Berlin duvarı yıkıldı ve dünya uluslarını-halklarını bölen tüm duvarlar da yıkılmalıdır. Ama yaşanan bu değildir. Yıkılan bir duvardı. Ama bu arada daha fazla yeni duvarlar örüldü.
Hollanda merkezli Transatlantik Enstitüsü adlı düşünce kuruluşunun yaptığı bir araştırmaya göre “Avrupa Birliği” ve Schengen bölgesindeki ülkeler 1990’lı yıllardan bu yana yerlerinden edilmiş kişilerin Avrupa’ya göçünü engellemek için bin kilometre duvar ördüler. Bu da Berlin duvarının altı katına tekabül ediyor. Dahası denizlerde devriye gezen gemilerle, sınırlarda yapılan sıkı kontrollerle göçmenlere karşı yeni görünmez duvarlar oluşturuldu. En kötüsü de dinsel, ulusal temelde yürütülen karşı devrimci propagandalar neticesinde halklar arasında beyinlerde-yüreklerde oluşturulan düşmanlık duvarlarıdır. Ekilen kin ve nefret tohumlarıdır. İşte Berlin duvarının yıkılışıyla anlatılan o masallar, bugün hayatın gerçekleri karşısında kar gibi erimiştir.
Hiç şüphesiz biz yalnız Avrupa’da örülen duvarlara dikkat çektik. Fakat başta Ortadoğu olmak üzere Amerikan sınırlarını da kapsayan birçok bölgede göçmenlere karşı veya güvenlik gerekçeleriyle binlerce kilometrelik yeni duvarlar örüldü. Elbette ki tüm bunlar az da olsa emperyalist-kapitalist sistemin “özgürlük” yalanlarına ışık tutarak bazı gerçeklerin görülmesine vesile olmaktadır.
Bir başka çarpıcı örnek ise; bir yanda artan yoksulluk diğer yanda silah yatırımına yapılan milyarlarca dolardır. Emperyalistler silah sanayine yaptıkları yatırımlarla krizlerini hafifletme çabası içindeler. Bilindiği gibi silah satışları için çatışmalı bölgelerin varlığı zorunludur. Bundan dolayıdır ki emperyalistler ve yeminli uşakları yerküremizde genel ve bölgesel düzeylerde var olan çelişkileri kaşımaya devam ediyorlar. Çünkü hem halkları birbirine düşman etmek hem de yaratılan bu güvensiz ortamda silah satışlarını artırmak bu güçlerin en haince yöntemlerinden biridir. Ortadoğu ve Afrika başta olmak üzere tüm çatışmalı bölgelerde hangi taşı kaldırsan altından emperyalistlerin, bağımlı ülkelerin yer altı zenginlik kaynaklarını talan etme planları, haksız savaşları yaygınlaştırma çabaları çıkar.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün 2018 yılı raporu tam da bu gerçekleri doğrular niteliktedir. Rapora göre: 2018 yılında silahlanmaya 1,8 trilyon dolar harcanmış. ABD 640, Çin 188 milyar dolarla başı çekiyorlar. Türkiye ise 19 milyar dolar harcamıştır. Emekçilerin insanca bir yaşam için talep ettikleri ücret artışlarına kayıtsız kalan egemenler, pazarların yeniden bölüşümü için silahlanmaya milyar dolarları aktarmakta asla tereddüt etmiyorlar. Açıkça görüldüğü gibi, Berlin duvarının çöküşü dünya barışının gelişini müjdelemiyormuş. Sadece kapitalist-emperyalist sistemin yalan ve dolan politikalarını geçici de olsa perdelemiş.
Tüm bunlar yaşanırken, yani üretenlerin yoksulluğu, yönetenlerin zenginlikleri arttıkça var olan çelişkilerin derinleşmesi, hoşnutsuzlukların artması da kaçınılmazdır. Unutmayalım ki umut, umutsuzluğun kitlesel bir boyut kazandığı iklimlerden doğar. Kim ne söylerse söylesin bugün Asya, Ortadoğu, Afrika ve Güney Amerika bölgelerinde geniş yığınlardaki öfke birikimi giderek artıyor. Kimi zaman biriken bu öfkeler farklı gerekçeler ve taleplerle açığa çıkıyor. Ve ne yazık ki doğru bir yönlendirmeden yoksun kalındığı için çoğu zaman sistemin farklı kanalları içinde boğulup kalıyor. Hiç kuşkusuz bu böyle gitmeyecektir. Halkın biriken bu öfkesi akması gereken kanalı da kendisi yaratacaktır.
Buna inanıyoruz; bugün var olan nesnel tablodan hareketle şu gerçeğin altını bir kez daha çiziyoruz: Bu yıkıntılar arasından ilerici ve devrimci hareketlerin çıkması kaçınılmazdır. Ve yine kitleler kendi pratik tecrübeleriyle politikleşmiş din ve milliyetçiliğin halkları birleştiren değil, ayrıştıran-çatıştıran ideolojik bir zeminden beslendiklerini göreceklerdir.
VIII. KAPİTALİZMİN ALTERNATİFİ SOSYALİZMDİR
Yirminci yüzyılın en büyük tarihsel olayları; proletarya önderliğinde emekçi yığınların 1917 yılında Rusya’da gerçekleştirilen Ekim Devrimi’dir. Çin’de gerçekleşen Demokratik Halk Devrimi’dir. Çünkü bu devrimler dünyanın farklı coğrafyalarında yeni demokratik ve sosyalist devrimlerin yaşanmasına yol açtı. Demokratik hak ve özgürlükler mücadelesine ivme kazandırdı.
Bu devrimler, emeği hiçleştiren burjuva-feodal egemenlik sistemine karşı, emeği en yüce değer sayan proleter önderliği sahip devrimlerdi. Diğer bir anlatımla eskiyen, çürüyene karşı yeninin zaferiydi. Lakin yeni olana karşı kapitalist-emperyalist sistem boş durmadı. İçte ve dışta sürdürülen saldırılar proletaryanın kazanmış olduğu mevzilerin yeniden yitimine yol açtı. Bu elbette ki proletarya ve ezilen dünya halkları için büyük bir kayıptı. Ama tüm bu yaşananlar sınıf savaşının mantığına aykırı değildi. Yaşanan proletarya için geçici bir yenilgiydi. Bu durum asla kapitalist-emperyalist sistemin zaferi olarak ilan edilemez. Ezilen dünya halklarının insanca bir yaşam özlemi sürdükçe egemen güçlerin tüm kirli propagandalarına karşı sosyalizm bir seçenek olarak var olmaya devam edecektir.
Kapitalizmin alternatifsiz olduğunu iddia edenler, kapitalizmin bugün yaratmış olduğu yoksulluğu, işsizliği görmezlikten gelenlerdir. Hiç tartışmasız kapitalizm demek, kriz demektir. Haksız savaş ve göç demektir. Tarih defalarca bu gerçekliğe tanıklık etti. Bugün de etmeye devam ediyor. Tüm bunların yaşandığı bir yerde devrim ve sosyalizm mücadelesi meşrudur. Yirminci yüzyılda yaşanan yenilgilerin yıkıntıları üzerinde yeni demokratik ve sosyalist devrimlerin inşası kaçınılmazdır. Proletaryanın yaşamış olduğu bu geçici yenilgilerden hareketle kapitalizmin alternatifsiz olduğunu söyleyenler proletaryanın yeni zaferleriyle birlikte bir kez daha gerçeğin duvarına çarpacaklardır. Buna inanıyoruz.
Tarih bildiği yoldan ilerleyecektir!
Dünyada siyasal gericiliğin, faşist devlet terörünün bir karabulut gibi ezilen halkların üzerine çöktüğü bir dönemde “Devrimler kaçınılmazdır” şiarını haykırmamız bir hayal değildir. Bilakis ezilen halkların özgürlük yürüyüşünün varacağı noktaya dair yaptığımız somut bir tespittir. Devrimciler, sosyalistler geleceğe dair öngörülerini sübjektif niyetlerine göre değil, bilimsel bir perspektifle tarihin ve toplumun yasalarına göre yaparlar. Devrimcileri güçlü kılan, tüm zorluklara rağmen hayallerinin peşinde koşturan, sahip oldukları bu bilimsel sosyalist perspektiftir. Ezilen halkların haklı ve meşru mücadelesine duyulan sonsuz güvendir.
Alman devrimci Karl Liebknecht bu nesnel gerçeklere dayanarak yüzyılı aşan bir süre önce onu yargılamaya çalışan egemen sınıfların yargı kurumlarına karşı şu gerçekleri haykırıyordu:
“Ama varacağınız hüküm bizim inançlarımızı değiştirmeyecektir. Bizi yıllarca yatmak üzere zindana gönderdiniz, ama oradan çıkacağımız gün bizi yeniden mahkum etmeniz gerekecek. Çünkü biz o gün de bugün olduğumuz kadar suçlu olacağız.”
Yirminci yüzyılda gerçekleşen demokratik ve sosyalist devrimler, kitlelerin tarihi yaratıcılığına inanan bu sonsuz güvenin eseridirler. Bugün dünyada esen gericilik rüzgarına karşı mücadelede aynı inancı taşıyoruz. Taşımaya da devam edeceğiz.
Enternasyonal proletaryanın tarihi tecrübeleri ışığında, yeni zaferlere olan inancımızla bir kez daha şu çağrıda bulunuyoruz:
Bu salonda vereceğiniz kararlar şu soruların yanıtlanmasına da vesile olacaktır. Bugün bölgemizde ezenlerle ezilenler arasında süren bir mücadele vardır. Bir yanda devrimci-demokratik güçler, laik hareketler. Diğer yanda Ortaçağ zihniyetiyle beslenen gerici güçler-diktatörler.
Şimdi tercih sizindir: Bizi mahkum ederek bu çağdışı zihniyetlerle olan ortaklığınıza bir kez daha mı imza atacaksınız; yoksa yapılan yanlıştan vaz mı geçeceksiniz? Bugüne kadar Alman devletinin mahkemelerinde tercih hep bölgenin diktatörlerinin çıkarlarını korumadan yana yapıldı.
Yine tereddütsüz olarak şunları söylüyoruz: Enternasyonal proletaryanın birer sıra neferleri olarak bu kavgada yer almaktan onur duyuyoruz. Bugüne kadar bu büyük insanlık ailesinin düşüncelerini dile getirdik-getirmeye de devam edeceğiz.
Hiç kuşkusuz baştan itibaren haksızlık-hukuksuzluk üzerinde bir bina inşa ettiniz. O bina zamanla çökecektir. Ama altında kalan biz olmayacağız. İnşa edenlerin kendileri olacaktır. Bu haksız tutuklamalarınız, mahkumiyet kararlarınız bizden çok sizi yaralayacaktır. İlerici güçler nezdinde Avrupa “demokrasisi” söyleminin bir masal olduğu gerçeğini daha da anlaşılır kılacaktır. Yani haklılığımızın anlaşılmasına, dostlarımızın daha da çoğalmasına hizmet edecektir.
Biz sosyalistiz; işçilerin, yoksul köylülerin, emeğiyle geçinen, onuruyla yaşayan tüm ezilenlerin yüreklerindeki sessizliğin sesiyiz.
Biz halkız, birleştikçe çoğalırız. Tarihin akşını devrimci bir kanalda akıtarak yıkılmaz bir güç haline geliriz.
Biz tarihiz, ilerici insanlığın zorlu yürüyüşünde yendik, yenildik. Yine de yeneriz, yeniliriz. Ama nihai olarak durdurulması zor bir gücüz.
Münih, 29.06.2020