1.

Türkiye`nin Bulgaristan ve Yunanistan sınırında bulunan Edirne adlı bir şehirde doğdum ve büyüdüm. Annemin anne tarafı TC kurulduktan sonra bugünkü Makedonya`da bulunan Üsküp‘ten Türkiye`ye göç etmişler. Göçlerinin sebebini Balkan savaşı ve sonrasında müslüman Arnavutlar olarak gördükleri baskı ve zulüm olarak gösteriyorlardı. Türkiye‘ye geldikten sonra Türk olmadıkları için, istedikleri yere değil, devletin gösterdiği doğu illerine gitmeye zorlanmışlar. Rüşvet vermeye zorlanarak devlet tarafından İzmir‘e yerleşme hakkını kazanmışlar ve orada çiftlik ev alarak yaşamaya başlamışlar. Aylar sonra Jandarma silahlarla gelmiş ve onları sorgusuz sualsiz zorbalıkla evlerinden çıkarmış, kilometrelerce yürüterek sınır dışı etmiş ve bindirildikleri trenle Arnavutluk‘a gönderilmişler. Yanlarına hiçbir şey almalarına izin verilmemiş. Çiftlikleri, tarlaları, tüm para ve varlıkları gasp edilmiş.

Büyükannem çocukların, yaşlı insanların ve hastaların göç yollarında öldüğünü anlatırdı hep. Arnavutluk‘ta bir kampta 2 yıl kaldıktan sonra tekrar Türkiye‘ye gönderilmişler, sınırı geçince paraları olmadığı için sınırda bulunan Edirne şehrinde yerleşmişler. Fakat bu hikaye bize hep farklı anlatılırdı, Mustafa Kemal‘in onları vatanlarına kavuşturduğunu, ona minnettar olduklarını söylerdi aile büyükleri. Anneannem 1991 yılında ölümünden kısa bir süre önce anlatti gerçeği, nasıl zulüm gördüklerini, Türk olarak kabul edilmedikleri için nasıl kendilerini Türkleştirdiklerini. Tekrar sınır dışı edilme korkusu onları milliyetçi Kemalist Türkler haline getirmişti. Bu gerçeklik o zamanlar Türkiye‘ye göç eden binlerce aile için geçerliydi. İnsanlar korkudan devletçi ve Kemalist olmuşlardır, en büyük darbeyi Kemalistlerden yedikleri halde. O dönemin tarihi konusunda araştırma yaptım. TC‘nin faşist ideolojisi, asimilasyon politikası diğer ulus ve azınlıklara olduğu gibi Arnavutlara karşı da uygulanmıştır. 

Annemin babasının ailesi de bugünkü Ukrayna‘nın Kırımbölgesinden 40‘lı yıllarda sürgün edilen Tatarlardan gelmektedir. Onlar da geldikleri Türkiye‘de kabul edilebilmek için olmadıkları halde kendilerini Türk olarak tanımlarlardı. Babam Konyalıydı ve askeri görevini yapmak için geldiği Edirne‘de annemle evlenerek öldüğü 2014 yılına kadar Edirne‘de yaşamıştır. Annem ve babam devlet memuru olarak vilayet gibi devlet direlerinde çalışmışlardır. Benden 5 yaş büyük ağabeyim iktisat fakültesi mezunudur ve bir Kamu İktisadi teşebbüsünde çalışmıştır. Şu an emekli olarak Edirne‘de yaşamaktadır.

Yarısı asimilasyonpolitikasi sonucu da olsa Türk ve sunni müslüman olan bir ailede büyüdüm. Edirne de anaokuluna başladim, ilkokula babamıntayin edilmesi dolasıylagitttiğimizKırklareli’nde1976 senesinde başladım. 1980 yılındatekrar Edirne‘ye döndük ve 1981 yılındaAnadolu Lisesi‘nebaşladım. Anadolu Lisesi tüm derslerin ağırlıklı olarakİngilizce görüldüğü,öğrencilerinsınavatabi tutularak alındığıiyi eğitimveren bir okuldu. Her ne kadar ideolojik olarak kemalistce olsa da iyi bir eğitim olduğunu kastediyorum. Daha önce Profesör Dr. Neumann’in ve avukatlarımızın da dilekçelerde çokça bahsettiği gibi, 1980 darbesi ülkede baskısal değişimlere yol açtı -özellikle de eğitim sisteminde.Öğretmenlerimizin çoğu 1980 faşist askeri darbesiyle 1402 sayılı kanunla üniversitelerden atılan demokrat, ilerici akademisyenlerdi. ‘’Ne mutlu Türküm diyene’’ diye hergün bağırmak zorunda olduğumuz bu okuldaki tek şansım, bu öğretmenlerden eğitim alma şansıydı. Baskı vardı, korkuyorlardı, devleti, eğitim sistemini eleştiremiyorlardı ama bizlere sorgulamayı, araştırmayı, olaylara, tarihe, topluma bilimsel bakmayı öğretmeye çalıştılar.

Kemalizmin solculuk, ilericilik olduğunu düşünen ailemde Kürt veya Ermeni olmadıkları, onların hakkını savunmadıkları sürece devrimcilere bir sempati vardı. Annem ve babamın güzel bir kütüphanesi vardı, onlar her ne kadar korkularından, abim ve benim okuyup aydınlanmamızdan korksalar da, Dostoyevski, Tolstoy, Jack London, Ernest Hemıngway, Sartre, Emil Zola, Gorki gibi dünya, Nazım Hikmet, Sebahattin Ali, Kemal Tahir, Orhan Kemal gibi Türkiyeli yazar ve şairleri okumaya başladım. Bu kitaplar bende bır takım değişmeler yaratsa da, devlet eğitimi olarak adlandırılan eğitimin ve ailemin etkisi altında Kemalist anlayıştan tam da kopamadan liseyi bitirdim. 

Çevremde, ülkede ve dünyada yaşanan olumsuzluklara, haksızlıklara, eşitsizliklere bir açıklama getiremiyordum, hele çözüm noktasında hiçbir fikrim yoktu. Bir çıkış noktası bulduğumu sanarak Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandım. Herkes bireysel olarak iyi olursa, diğer insanlara yardım ederse, böylece dünyadaki tüm kötülükler, savaşlar yok olabilir diye düşünüyordum. Bu saf ve çocukça hayallerim daha Tıp fakültesini bitirmeden yıkıldı, çünkü idealist bir doktor olarak tek başına bu eşitsiz, haksız dünyayı değiştirme şansı tabiki yoktu. Bu durum daha sonra ayrıca değinmek istediğim Kars’taki çalışma hayatımda daha da belirginleşti.

2.

Tıp Fakültesine 1988 yılında başladım. Türkiye’nin birçok bölgesinden öğrencilerle tanıştım. Beni etkileyen en önemli şeylerden bir tanesi de Kürt ve Alevi öğrencilerle tanışmak oldu. ‘’Kürt’’ yetiştiğim ortamda daha çok ‘’doğulu, kıro’’ anlamında kullanılıyordu, yani aşağılamak için. Onların farklı dilleri olan bir ulus olduğunu, dillerinin, isimlerinin yasaklandığını, varlıklarının red edildiğini ilk olarak bu okul arkadaşlarımdan dinledim. Bazı Dersimli arkadaşlar örneğin Dersim Katliamını yaşamış, o döneme tanıklık etmiş olan ailelerden geliyorlardı. Ya da Maraş, Çorum katliamını yaşamış Alevi ailelerden. Tüm bunlara inanmak zor geliyordu. Ama yaşam bir şekilde gerçekleri insanın gözüne sokuyor. Sevdiğim Kürt arkadaşlarımın aileleri ile tanıştım. Ana dilleri farklıydı, Türkçe bilmiyorlardı, el kol hareketleriyle anlaşabiliyorduk. Ya da bir arkadaşım, Türkçe bilmediği, ana dili Kürtçe konuştığu için ilk okulda öğretmeninden ne kadar çok dayak yediğini, hergün ‘’Ne Mutlu Türküm diyene’’ dayak zoruyla bağrıtıldıklarını anlatmıştı. Bir arkadaşım Alevi olduğu halde ailesinin Ramazanlarda oruç tutuyorız diye yalan söylemek zorunda kaldıklarını. Çünkü Alevi olanların sünnü gericiler tarafından evleri taşlanıyormuş.

90 lı yıllar devlet güçlerinin devrimci komünistleri evlerde üzerlerine yüzlerce kurşun yağdırarak öldürdüğü, Kürdistanda yakıp yıktığı, insanları katlettiği, gözaltlarında kaybettiği dönemlerdi. Bunlar basında çıkan haberlere göre teröristi, tehlikeliydi, silahlıydı, katildi. O güne kadar edindiğim bilgiler devletin ve resmi ideolojisinin etkisi altındaki basın ve medya idi. Tarafsız, gerçek bilgiye ulaşmak için farklı gazete ve basın organlarını takip etmeye başladım. Edindiğim bilgiler çok farklıydı. Gencecik, masum insanlar, üniversite öğrencileri evlerde basılıyor ve öldürülüyordu, sonrada silahlı çatışma oldu deniyordu. Tanıklar, adli tıp raporları bunun aksini kanıtlıyordu. Faili meçhul cinayetler almış başını yürümüştü. Kürdistan da açıkça katliamlar yapılıyordu. Çoğunluğu Kürt olmak üzere siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler ya devletin kendi güçleri ya da devletin uzantısı olan faşist güçler tarafından katlediliyorlardı. Maraş ve Çorum katliamlarını sadece bir hikaye gibi dinlemiştim, kafamda tam bir resim oluşmuyordu.

Daha sonra öyle bir vahşet yakşandı ki, bana bu resmi gösterdi hem de kan ve acıyla yazılmış olarak. Evet, coğunluğu Alevi olan 33 Aydın ve sanatçının, devletin desteklediği gericiler tarafından diri diri yakıldığı Sivas Katliamının tanıkları olduk. Sivasta Alevi bir sanat ve kültür festivali yapılacaktı. Yüzlerce binlerce sivil faşist, sanatçı ve aydınların kaldığı otelin etrafını sardılar, oraları ateşe verdiler. Devlet güçleri daha önceden haber aldığı halde önlem almadı, ateşe verilen hotele itfaiye gitmesini engelledi, insanların canlı canlı yakılmasına göz yumdu, daha doğrusu kendisi yaktı, katiller teşhis edildiği halde yakalanmadı, yakalananlar ya serbest bırakıldı ya da komik denecek kadar az cezalar aldılar. Katledilenlerin silahları kalemleriydi, notaları, kitapları, şiirleriydi.

Bu Sıvas katliamının son damlasını oluşturduğu yüzlerce olayla yüzleşmek, o güne kadar kemalizmin ilericilik ve eşitlik olduğuna, devlete ve kurumlarına inanan ve güvenen biri için çok sancılı oluyordu. Yukarıda da dediğim gibi, gerçekler er ya da geç insanın yüzüne vuruyor.

Ünıversitelerin özgür ve bilimsel birer eğitim, öğretim yuvaları olduğu inancı da Yüksek Öğrenim Kurumu ile tanıştıktan sonra tamamen yıkıldı. Bu konuda Prof. Dr. Neumann ayrıntılı bilgi vermişti. Türkiye’nın her üniversitesinde kuruluşu 6 Kasımda YÖK’ün protesto edildiği eylemlilikler düzenlenir. 1993 yılında ben de bunlardan birisine katılmak istedim. Eyleme polis desteği altında gerici faşistler saldırdılar, öğrenci olmadıkları çok iyi bilinen ve üniversite kampüsüne girmeleri yasak bu kişilere müdahele etmeyen hatta onlara destek olan polisler, ben de dahil olmak üzere birçok öğrenciyi tekme tokat coplarla döverek madur konumunda göz altına aldılar. 

Altını çizmek istiyorum, polis faşistlerin saldırılarından korumak için bizleri döverek göz altına aldı. Evet devletin polisi öyle güzel koruduki bizleri, birkaç saat tutulkduktan sonra salıverildiğimde vücudumun heryeri mosmordu, hatta o dönemim İnsan Hakları Derneği temsilcileri fotoğraflarımı çekmişlerdi, bize şiddet uygulayan polisleri teşhis etmemize ve şikayette bulunmamıza rağman hiçbir sonuç alınamadı. Gözaltında yaşadığım ilginç bir şey oldu. Polislerden bir tanesi beni şevkatle korurken -Copla tekma tokatla- ‘’Seni gördük, Kürtçe slogan atıp türkü söylüyordun’’ diyordu. Ben Kürtçe tek kelime bile bilmiyordum ve de o eylemde zaten böyle bir şey de olmamıştı. Edirne’nin resmi basınında ‘’Kürt ve terörist öğrenciler üniversite kampüsünde yasadışı eylem yaptılar, derslikleri bastılar, diğer öğrencilere saldırdılar, tehlikeli olanları gözaltına alındı’ diye haberler çıktı.

İzin alınmış, yasal ve demokratik bir talebi olan bir protesto eylemine katılan ben de bir ‘’Kürt ve terörist’’ olarak hatta en tehlikelilerinden biri olarak göz altına alınmıştım. Orada olup herşeye tanık olmasaydım ben de basının yazdıklarına inanırdım. Çünkü daha önce basında bu tür haberler çıkardı. Mesela önceleri ‘’Terörist Kürt öğrenciler CHP binasını bastı’’ gibi haberler okur ve inanırdım. Yaşadığım olaydan sonra geçmişteki bu gibi olayları tekrar soruşturdum. Mesela CHP basıldı denen olay tamamen farklıymış. Yine öğrenciler demokratik, akademık talepli izinli protesto yapmışlar, poliste vahşice saldırmış, öğrenciler de kaçarak CHP binasına sığınmış. Bunu CHP li yetkililerde doğrulamış. Devlet elindeki her imkanı ve her türlü kirli oyunu kullarak, yalanlarla halkı manüple ediyordu. Ben de ne yazık ki bu manüplasyonların etkisi altında kalmıştım.

Üniversite yıllarında bizzat yaşadıklarım, anlatılanlar, basından gördüklerim, okuduklarım, tanık olduğum olaylar bana Kemalizmin, devletin, kurumlarının gerçek yüzünü gösterdi. Utandım kendimden o yaşa kadar farklı bir dünyada yaşamıştım. Kurulduğu günden bu yana kendinden farklı olanın inkar edildiği, asimile edildiği, baskı ve zulüm gördüğü tarihi katliamlarla yazılmış bir devlet olgusu çıktı karşıma. Hatta kendi köklerim hakkında bile kandırılmıştım. Yukarıda da bahsettiğim gibi, asimile edilmiş ve zorla dayatılan bir Türk ulus kimliği ile yaşamaya zorlanan ve yurt dışına sürülmek korkusundan bu gerçeği yok saymak, inkar etmek zorunda kalan Arnavut bir aileden geliyordum.

Dünyayı daha iyi anlayabilmek için tarih, felsefe gibi konularda okumaya araştırmaya başladım, Marksizm, Leninizm ve Maoizmle tanıştım. Türkiye’de birçok kesim tarafından saygı duyulan yazar, şair, bilim insanı, aydın sosyalistl, devrimci ve demokratların eserlerini incelemeye, tecrübelerini edinmeye çalıştım. O zaman çok ilginç bulduğum Bir şey bu insanların toplum tarafından çok saygı gördükleri halde yıllarını cezaevlerinde ve sürgünlerde geçirmiş olmalarıydı. Aslında benim de daha sonra farkına vardığım gerçeklik çok açıktı. Bu değerli insanlar sömürüsüz, sınıfsız, eşit ve barış içinde bir dünyadan bahsediyorlardı ve bilim insanları bunun bilimsel olarak mümkün olacağını gösteriyorlardı. Dünyada yaşanan devrimler ve bunun tecrübeleri de bunların yaşanmış örnekleriydi. Devlet onları kendi ideolojisine, sürdürdükleri baskı ve sömürü düzenine tehtid olarak gördüğü için ‘’ terörist’’ olarak kriminalize etmekteydi, cezaeylerine atmaktaydı ve bu düşmanca tavır hala da devam etmektedir. Sonraki yaşamımda tanık olduklarım kendi yaşadıklarım bunu bunu defalarca doğruladı.

Almanya da tutuklanışımız ve cezaevi süreci ve bu süren dava bunun aktüel örneklerinden biridir benım için. Ülkede yaşananlar, gördüklerim, tanık olduğum olaylar, okuduklarım, o güne kadarki tüm şekillenişimi değiştirdi, artık dünyayı farklı bir gözle görüyordum, üniversiteye başladığımdaki kafamdaki soruların çoğuna cevap bulmuştum. Hayat bir ayrıma götürdü beni. Ya bu çirkin tarihi kabullenmek, yaşanan haksızlıklara, katliamlara, baskıya, sömürüye sessiz kalmak, üç maymunları oynamak ya da bunlara karşı durmak, kısacası dürüst, onurlu bir insan olmak.

3.

Tıp Fakültesinde Dr. Sinan Aydınla tanışarak, 1994 yılında evlendik. Benzer aile yapısından geliyorduk, bugünkü duruma gelene kadar yaşamlarımızda neredeyse aynı aşamalardan geçmiştik. Bugün Dr. Sinan Aydın benim için sadece bir hayat arkadaşı değildir. O benim ‘’ üniversite arkadaşım, dostum, yoldaşım, hayat arkadaşım, meslektaşım’’ dır. Hatta bunlara 3 yıllık cezaevi sürecinde ‘’dava ve mektup arkadaşlığı’’ da eklendi. Toplumun bize biçtiği kadın ve erkek rollerini hiçbir zaman üstlenmedik, erkek egemen anlayışın devamına hizmet eden ‘’kutsal aile’’ nin duvarları arasına hiçbir zaman hapsolmadık. Toplumun gerici ve feodal anlayışından kopmuş, erkek egemen devletin kadına ve aileye biçtiği cinsiyet rollerine yer verilmeyen, kadın erkek eşitliğine dayanan, hayatın her alanını paylaşmak, biribirini hep ileriye taşıma anlayışına dayalı bir ilişki yürütmeye çalıştık.

Bu anlayışı kendi adıma konuşursam kendim keşfetmedim. Kendime hep örnek aldığım, güzel bir dünya yaratma mücadelesi yürüten devrimci, demokrat, ilerici, feminist aydın, sanatçı ve siyasetçilerin, sosyalistlerin bana hayatımın her alanında yol gösteren eserlerinden, anlatı ve tecrübelerinden,insanlık tarihinin esiz mirasından, ezilenlerin mücadelesinden ve bizzat kendi yaşadıklarımdan edinmeye çalıştım. Bugün dönüp geçmişe baktığımda üniversite yıllarında yaşadığım bu düşünsel değişme,hayatımın en güzel ve anlamlı bir kesidini oluşturuyordu. Buna uygun bir yaşam kurma çabasında oldum her zaman. Aksi taktirde bugün dünyadan haberi olmayan, tüm haksızlık ve eşitsizliklere gözlerini yuman, yaşadığı her alanda kadın olarak edilgen kalmayı kanıksamış, hekimlik mesleğini belki de sadece cebini oldurmak ve toplumda bir yer edinmek için kullanan bir doktor olacaktım. Seçeceğim dal da yüksek ihtimalle kadınlara uygun olan Jinekoloji olacaktı.Yani sistemin, toplumun benden beklediği yarıaçık cezevi yaşamına mahkum olacaktım, hem de müebbet. Bugün tüm beynim ve yüreğimle söylüyorum ki iyi ki böyle oldu.

Böylece 1995 yılında Tıp Fakültesini başarıyla bitirdim, en büyük idealim yeni mezun doktorların pek de gitmek istemediği Kürt illerinde veya daha ücra yerlerde halka doktor olarak hizmet etmekti. O dönem sistem şöyleydi. Tıp Fakültesinden mezun olanlar en az iki yıl mecburi hizmet yapmak zorundaydı. Çalışma yerleri Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenen yerlerdi ve yeni hekimler devlet memuru olarak buralarda görevlendiriliyordu. Ailem mecburi hizmet yapmamı istemiyordu çünkü Kürdistan’da savaş sürmekteydi , diğer mecburi hizmet yapılabilecek yerler de sosyoekonomik yönden kötü olan, daha çok küçük kasaba ve ücra köylerdi. Batı şehirlerinde, büyük illerde veya istediğimiz herhangi biryerde birçok genç doktorun çalışma şansı yoktu, çünkü buradaki doktor kadrolarının hepsi torpilli, rüşvet verecek parası veya mecliste yada önemli yerlerde tanıdıkları olan doktorlar tarafından doldurulmuştu. Rüşvet, Torpil, yolsuzluk Türkiye’de her alanda normalleşmiş bir durumdur, benim için de bu kirli çarkın içine girmek asla söz konusu olamazdı.

Ailem korkuyordu ve beni mecburi hizmete gitmekten vaz geçirmek için epeyce uğraştılar. Hatta Edirne’de benim ve Dr. Sinan için özel bir hastane açmayı teklif ettiler, aslında ailem paraya mevkiye değer veren insanlar değildi. Yıllarca inandıkları, güvendikleri devlet için memur olarak çalışmış, mütevezi yaşayan insanlardı. Ama diğer binlerce ebeveyn gibi böylesi bir ülkede çocukları için kaygı duyuyorlardı, özellikle gençlerin suçsuz yere nasıl yıllarca hapis yattığını veya faili meçhul cinayet kurbanı olduklarını görüyorlardı. Yaşları ve tecrübeleri gereği ülke gerçeklerini benden daha iyi görüyorlardı, birçok şeyin farkındaydılar ama bunları hiçbir şekilde ifade etmiyorlardı çünkü ülkedeki birçok insan gibi baskı ve korku onları susturmuştu (yıllar sonra yaptığımız sohpetlerde böyle ifade ettiler). En azından benim yaşadığım ortamda genel eğilim buydu. Ben herşeye rağmen halka hizmet etmek istiyordum ve bana ihtiyaç olduğuna inandığım bir yerde mesleğime başlamaya karar verdim. Dr. Sinan Aydın benden önce mezun olmuştu ve Karadeniz’de küçük bir kasabada (Ordu Gölköy) memur doktor olarak görev yapıyordu. Memurlarda uygulan eş birleştirmesi uygulamasından yararlanamadım çünkü orada kadro yoktu. Ben Türkiye’nin kuzeydoğusunda yer alan Kars ilinde göreve başladım ve Sinan Aydın eş durumundan yararlanıp oraya atandı.

4.

Kars’da 1995 yılında bir sağlık ocağında pratisyen doktor olarak görevime başladım. Kent merkezinde sağlık hizmeti veren üç merkezden biri olan burayla yüzleşmek benim için büyük bir şok oldu. Hastalara acil durumlarda verilecek hiçbir ilaç, laboratuvar ve tıbbi malzeme yoktu. Daha kötüsü sağlık ocağının suyu akmıyordu. Boğaza baktığımız metal çubukları sobanın üzerinde kaynatarak dezenfekte etmeye çalışıyorduk. Kendi kendimi hep ‘’Bu şartlar altında mesleğini en iyi şekilde yapmak zorundasın, yakınmaya gerek yok’’ diye ikna etmeye çalıştım. Hastalarımın bir kısmı hiçbir geliri ve sağlık sigortası olmayan vatandaşlardı. O zamanlar sağlık bakanlığının bu vatandaşlara yönelik ‘’Yeşil Kart’’ uygulaması vardı.

Sağlık Ocağı veya Hastanelerde ücretsiz muayene olabiliyorlardı ama hastanede yatmaları dışında ilaçları ödenmiyordu. Yani bana gelen geliri olmayan Yeşil Kartlı hastaların ilaç ücretlerini kendi ödemeleri gerekiyordu. Ortalama 50-60, kış aylarında 80-90 kişi başvuruyordu ve bunların en az 20 tanesi bu durumdaydı. Ateşli, ishalli, üst solunum yolu enfeksiyonu olan çocuklar, yüksek tansiyonu, şeker hastalığı olanlar geliyordu, muayene ediyordum, teşhis koyuyordum ama yazdığım ilaçları alamayacaklarını biliyordum.

İlaç tanıtımcılarının getirdiği numuneleri topluyor ya da tanıdığım eczacılardan ilaç yardımında bulunmalarını istiyordum. Bu şekilde hastaların az bir kısmına yardımcı olmaya çalışıyordum ama yeterli olmuyordu. Vicdani olarak çok rahatsızdım. İnsan ne kadar iyi bir hekim olsa da, doğru teşhis koysa da, hasta ilaçlarını alamadıktan sonra tüm bunlar anlamsızdı. Çaresizlikten çok kez ağladığımı hatırlıyorum. Sağlık müdürlüğündeki hekim arkadaşlarla konuşmaya çalıştım. Onların duyarsızlığı daha da üzüyordu beni.

Hatta Sağlık Müdürü ‘’Boşver Doktor Hanım, değmez bunlara, ne uğraşıyorsun?’’ demişti. Bu sözlerin ne anlama geldiğini daha sonra anladım. Kars Kürtlerin, az da olsa Alevilerin ve diğer etnik kökenli insanların yaşadığı bir yerdi. Sonraki yaşadıklarım bu sözlerin altında yatanın ‘’değmez bu kürtlere, bunların hepsi potansiyel terörist’’ olduğunu gösterdi. Evet, sağlık müdürünün ve de devlette başka bir kimsenin bu insanlara hizmet götürmek gibi bir derdi yoktu.

Sağlık Ocağına bağlı köylere düzenli olarak gidip sağlık kontrolü, aşılama gibi görevlerimiz vardı. Dikkatimi çeken bir şey de köylülerin bizlere korku dolu gözlerle bakması ve tedirginlikleriydi. Bunun nedenini de daha sonraları kavradım. En çok Kürtler olmak üzere halk devletten, devletin memurundan korkuyordu. Çünkü onlar için devlet asker, polis, baskı ve zulümdü.

Bazı köyler PKK’ye yardımediliyor iddiası ile askerler tarafından basılıyor, köylüler, kadın, yaşlı, çocuk denmeden dayaklı, işkenceli sorgulardan geçiliyordu. Biz sağlıkçılardan da devlet memuru olduğumuz için korkuyorlardı. Duygu ve düşüncelerini anlayabiliyordum. Ama tüm bunlar ağır geliyordu bana. Türk ve sunni olduğumdan utanıyordum. İnsan bunlardan utanır mı, insan kimliğinden utanır mı?

Daha sonra başka insanların da benim gibi duygular yaşadığını öğrenince yalnız olmadığımı hissettim. Almanya’da sevdiğim Alman bir arkadaşım Nazi Döneminden bahsederken Alman olduğundan utandığını söylemişti. Bu dava hakkında basındaki haberleri okuyup bana cezaevindeyken destek olmak için yazan bir Alman öğretmen kadın da mektubunda ‘’Sizin neden tutuklu olduğunuzu anlayamıyorum ve bir Alman olarak utanıyorm. Ben 25 yıldır öğrencilerime adaletten bahsettim. Şimdi Alman adaletinden nasıl bahsedeyim’’? diye yazmıştı. Ama yaşanıyor işte. Diğer uluslara, mezheplere, azınlıklara bu kadar baskı yapmış, katletmiş, yok saymış bir devletin egemen ulus ve dinine mensup olmak utandırıyordu beni. Zamanla beni tanıdılar ve halkla aramızda güzel bir bağ oluştu, beni kendilerinden görmeye başladılar ve güven oluşturdular. Küçük yerlerde haberler çabuk yayılır. Daha önceden de bahsettiğim gibi sağlık sigortası olmayan hastalara bir şekilde yardımcı olup, elimden geldiğince ilaçlarını temin etmeye çalışıyordum, bu da duyulunca bana başvuran hastaların sayısı arttı. 

Kars Türkiye’nin kuzey doğusunda yer almaktadır, kışları çok sert olur, -30 veya -40 derece soğuk olur. 9 ay kar altındadır. Bazı köylerin yolları kar yüzünden kapanır ve kurtulma şansı olan hastalıklardan şehre ulaşılamadığı için ölümler olurdu. Bir de kışları bu kadar soğuk olan bir şehirde hiçbir geliri olmayan, kışın yakacak alamayan insanları düşünün. 9 ay kış, korkunç bir soğuk ve yemeği, yakacağı olmayan insanlar. İşte yıllarca bu zavallı insanlara doktorluk yapmaya çalışmak. Hergün bu acılarla yüzleşmek. İşte Türkiye Cumhuriyeti devletinin halkına reva gördüğü yaşam. Köylerin çoğunda evlerde tuvalet ve çeşme olmaz, İnsanlar uzaktaki kuyulardan su taşır, ya da soğuktan çeşmeler donar. Köylerde doktorluk yapan doktor arkadaşların kışın kar suyunu eritip kullandıklarını anlatırken ilk dönemler hayretler içinde dinlerdim, zamanla kendim de bizzat tanık oldum.

Kadınların durumu genel olarak Türkiye’de kötüdür ama Kars’da gördüklerim bunların çok daha fazlasıydı. Eşi doğum kontrolüne karşı olduğu için 18 yaşında 3. doğumunu yapmış, kanser hastalığına yakalanmış ama tedavi edilmeyen, çocuk yaşta doğumlar yapmış, buna bağlı hastalıklardan hayatını kaybeden, şehre ulaşması mümkün olmadığı için kalp krizinden veya zor doğumlar yüzünden yollarda ölen, 13 yaşında iken 70 yaşındaki bir adamla evlendirilen, daha doğrusu başlık parası karşılığı satılan hastalarım oldu. Bir ara Kars Devlet Hastanesi Dahiliye Polikliniğinde görev yaptım, orada labaratuvar hizmeti, röntgen vs uygulamalar vardı. Yaşadığım yüzlerce acı olaydan bazıları aklımdan hiç çıkmaz. Genç bir kadın hastama mide kanseri tanısı konuldu. Eşine durumu bildirdiğimde aldığım cevap dehşet vericiydi. Adam soğuk kanlılıkla ‘’Doktor hanım ne yapalım Allahtan gelmiş bu hastalık. Tedavinın garantisi yok. Tedaviye masraf edeceğime yenisini alırım’’ dedi. Yeni bir kadını kastediyordu. İkna etmeye çalıştım, yalvardım, arkasından koştum. Ama zavallı kadını aldı götürdü, arkasından öylece bakakaldım.

Başhekime gittim, ilgilenmedi. Zaten Türkiye’de başhekimler, devlet daire müdürleri hakettikleri için değil, iktidar partisinin torpille oraya atadığı kişilerdir ve halka hizmet gibi bir amaç gütmezler, ceplerini doldurmaya bakarlar ve elbette devletin faşist zihniyetinin temsilcileridir. Mesela bir dönem Kars Sağlık Müdürü Yardımcısı o dönem Kars MHP milletvekilinin kardeşiydi. Müdürlükte hizmetli (Hausmeister) olarak çalışan bu kişi abisi milletvekili olduktan sonra başarı merdivenlerini hızla tırmanarak koskoca bir şehir, ona bağlı ilçe ve köylerin sağlık sisteminden sorumlu kurumun yöneticiliğini yaptı. Sağlık konusunda hiçbir eğitimi, bilgisi olmadığı halde.

1999 – 2003/2004 arası Kars Üniversitesinde Veterinerlik Fakültesinde Biyokimya Doktorası yaptım. Her yıl sağlık müdürlüğünden izin almak gerekiyordu. Başvuru yaptım, bu şahıs bana ‘’Siz doktor değil misiniz? Neden doktora yapıyorsunuz? Doktor doktor mu olacaksınız. İki kez doktor olunmaz. Olmaz öyle şey’’ dedi uzun süre anlatmaya çalışsam da kavrayamadı. İşte doktorlukla doktorayı ayıramayan cahil bir adam benim gibi yüzlerce hekim, uzman hekim ve de hemşirenin amiriydi. 

Bunun gibi onlarca insanın haketmedikleri konumlara gelmesi Türkiye’de normaldir. Bu gibileri çalışanlarından yasadışı şeyler yapmasını isterler. Mesela tanıdıklarını hasta olmadıkları halde rapor almaya yollarlar, yazılmaması gereken ilaçarı yazdırmaya çalışırlar. Bu işlerden rüşvet alırlar, buna karşı çıkanlar sorun yaşar, ceza alır, iş yeri değiştirilir. Hak arama şansı yoktur, çünkü bir üst merci de aynı zihniyettedir. Memur oldukları için maaşları belli olmasına rağmen bu kişiler ihale yolsuzlularından, rüşvetlerden kısa sürede çok zengin olurlar.

Son iki yıl – 2002 – 2004’ten bahsediyorum – Sağlık Ocağının yöneticiliği Kars’ta bana verildi. Sağlık Ocağında tadilat yapılmıştı ve bu iş için bir mütehait ihale sonucu görevlendirilmişti. Tadilat bitince o zamanki Sağlık Müdürü benim Sağlık Ocağını teslim aldığıma, Sağlık Müdürü ile Müteahit arasındaki imzalan anlaşma gereğince herşeyin yapıldığına dair bir evrak imzalamamı istedi. Ben anlaşma metnini görmek istedim. Önce bana verilmek istenmedi. Buna rağman imzalamam gerektiği söylendi. Ben de itiraz ettim. Günler sonra evrağı bana yolladılar. Evrakta yapılması gereken işler sıralanmıştı. Neredeyse binanın heryeri yenilenecekti. Ve ödenmesi gereken para çok yüklüydü. Oysa evrakta sıralan onarımların çok azı yapılmıştı. Araştırmalarım sonucu ödenmesi gereken miktar anlaşmada geçen miktarın sadece onda biriydi. Bu yolsuzluğa ortak olmayacağımı ve benden istenen onayı vermeyeceğimi söyledim. Bunun özerine müteahit Sağlık Ocağına gelip beni ölümle tehtid etti. Bütün şikayet çabalarım sonuçsuz kaldı, zaten Sağlık Müdüründen bir şey beklemek de saflık olurdu. Onlar müteahitle yolsuzluk ortağıydılar. Geri adım atmadığım için Mobbinge maruz kaldım hatta. Oturduğumuz doktor lojmanından bir kış günü -20 derecede Dr. Sinan ve ben dışarı atıldık. Her doktorun 5 yıl bu lojmanlarda oturma hakkı vardır ve yolsuzluğa hizmet eden olan bir evrağa imza atmadığım için 3. yılda hiçbir neden gösterilmeksizin bu hakkım elimden alındı. 

Çıkarmamak yani onursuz yaşamak ölümden çok daha kötüdür. Valiye başvurularım, tüm hak aramalarım sonuçsuz kaldı. Bu haksızlığı benim gibi dürüst olan, mesleğini etik kurallar içinde yapmaya çalışan bir çok hekim arkadaşım da yaşıyordu. Öyle bir ülke ki dürüst olmak ‘’devlet düşmanlığıdır’’. Çünkü devletin her kurumu kokuşmuştur, devlet demek rüşvet, yolsuzluk, haksızlık demektir. Baskı, zulüm demektir. Türkiye’de dürüst, iyi bir insan olmak demek devlete ve düzene mualif olmak demektir. Bunun arası söz konusu olamaz, aksi taktirde insan en önemli değerlerinden vazgeçmek zorunda kalır. Ben de bu değerlerimden ödün vermedim asla, vermeye de hiç niyetim yok. Ölümle tehtit edilsem de, cezaevlerinde yatsam da kimse beni bu kokuşmuş düzenle sessizce yaşamaya zorlayamaz. Benim için varolan haksızlıklara göz yummak, sessiz kalmak, tepki vermemek tutsaklıktır, kişiliğimin, insanlığımın ölümüdür. Türkiye’de, dünyanın birçok yerinde ve gördüm ki Almanya’da insani değerlere sahip olanların, haksızlığa karşı çıkanların, güzel bir ülke için mücadele edenlerin yolu cezaevlerinden geçer, hayatın her alanında zorluk yaşarlar. Ama bunlar yıldırmaz beni. 

İşte yukarıda bahsettiğim bu şartlar altında Kars’ta dokuz yıl yaşadım. Bu dokuz yıl bana çok şey öğretti. Üniversitede edindiğim dünya bakışımın daha derinleşmesine hizmet etti. Ankara’nın daha doğusuna gitmemiş biri olarak ülkemin gerçekliğini, Türkiye Cumhuriyeti’nin esas karakterini görmeme neden oldu. 2003 yılında Almanya‘ya dört hafta tatil yapmak için gelmiştim. Tanıştığım doktorlar burada uzmanlık yapabileceğimi söylediler, özellikle göçmenlerin Türkçe konuşan hekimlere çok ihtiyacı olduğunu öğrendim ve biraz araştırma yaptıktan sonra ben de buna karar verdim. Türkiye’ de olmayan Psikosomatik, Psikoterapi dalı çok ilgimi çekti. İnsanın biyopsikososyal bir varlık oluşundan hareketle teşhislere ve tedavi yöntemlerine bakış açısı benim de hekimlik anlayışıma uyuyordu. 2005 yılında Almanya’ya geldim.

5.

İlk önce Rothenburg ob der Tauber’da Goethe Enstitüsü’nde Almanca kursuna katıldım. Bitirdikten sonra iş başvurularına başladım. 2005 yılının sonunda Regensburg Üniversitesi Psikosomatik Bölümüne Bilimsel Araştırmacı olarak kabul edildim. T.C. Sağlık Bakanlığının onayı ve diğer gerekli belgelerle oturum almak için Nürnberg Yabancılar Dairesine başvuru yaptım. Hiçbir maaş talep etmediğim, sağlık ve diğer sigortalarımı kendim karşılacağımı beyan ettiğim halde bu kurumda karşıma binbir zorluk çıkarıldı, duymadığım hakaret kalmadı. Türkiye’de yüksek dereceli memurlara verilen, dünyanın neredeyse her ülkesine vizesiz seyahat edilebilen Yeşil Pasaportumun olmasına rağmen vize almak için tekrar Türkiye’ye geri gönderildim.

Türkiye’ye gidip Ankara Alman Konsolosluğuna vize başvurusu yaptım, oradaki çalışanlar da bu uygulamanın gereksiz olduğunu söylediler, Almanya ile uzun telefon konuşmaları sonucu aynı gün vizeyi aldım. Bu sefer de Nürnber Yabancılar Dairesi vizeyi bu kadar çabuk almamdan kaynaklı oradaki memur saçma sapan iddialarda bulundu. Kısacası bana vizenin sahte olabileceğini ima etti, Alman Konsolosluğuyla telefonlaştığı halde. Benden, bana önceden verilen gerekli evraklar listesinin dışında bazı evraklar istediler, getirdim, ‘Tamam, ama şu evrak da eksik’ diyerek beni 10 gün boyunca oyaladılar. Nelerin gerekli olduğunu söylemek yerine hergün bir şey talep ediyorlardı. Onuncu günün sonunda artık Avukat ve noterle geleceğimi ne gerekiyorsa bana bunların huzurunda sunulmasını talep ettim. Ne tesadüftür ki o gün oturma izni aldım. Daha sonra benim statümde olan bazı hekim arkadaşların bu uygulamaya tabi tutulmadığını öğrendim. Kısacası Yabancılar Dairesi’ndeki sorumlu memurun keyfi uygulamasına maruz kalmıştım.

Almanya’da böyle bir durumun olması beni şaşırtsa da sonra maruz kaldığım durumlar, bu süren dava Almanya’da devlet kurumlarının keyfiyetçi uygulamalarını defalarca gösterdi. Geldikten sonra yaşadıklarım çok olumsuzdu ama her an Türkiye’ye dönme şansım olduğundan bir güvencem vardı. Dil bilmeyen, mesleği olmayan, ülkeye geri gitme şansları bulunmayan göçmenleri ve onların Yabancılar Dairesi gibi kurumlarda yaşadıkları sorunları, aşağılamaları düşündükçe içim sızlıyordu. Psikosomatik, İnterkültürel Psikoterapisinde sebebi ne olursa olsun göç bir travma olarak ele alınmaktadır, Almanya ‘daki yaşamımın ilk ayları bana bunun ne kadar doğru ve bilimsel bir tanımlama olduğunu gösterdi. Bu durum daha sonra bana meslek hayatımda göçmen hastaları anlama noktasında kolaylık sağladı.

Regensburg’da görevim bittikten sonra 2006 yılının Eylül ayında Simbach İnntalklinikte (Psikisomatik Hastanesinde) İnterkültürel Serviste asistan Doktor olarak çalışmaya başladım, hastalarımın çoğu Türkiyeli göçmenlerdi. 20-30 yıl fabrikalarda çalışmış olup, fabrikalar kapanınca işsiz kalanlar, eğitimleri ve Almancaları yeterli olmadığı için iş bulamayanlar, ekonomik sorun yaşayanlar, iş yerlerinde Mobbinge maruz kalanlar, iş kaybetme korkusuyla çok fazla çalışmak zorunda kalanlar, aile içi şiddet gören, tacize tecavüze uğrayan, zorla evlendirilip Türkiye’den getirilen kadınlar, Türkiye’deki savaşta travma olmuş Kürt kadınları. Hastalık sebeplerinin çoğu sosyo-ekonomik, kültüreldi, yani siyasi ve ekonomik sistemden kaynaklı. O zamanlar da hep düşünürdüm şimdi de. Daha adil, eşit ve özgür bir dünya olsa yani bu vahşi kapitalist sistem onun erkek egemen anlayışı olmasa hastanelerin psikiyatri, psikosomatik servisleri neredeyse boş kalırdı, bizler de işsiz olurduk, sorun değil ben yıllarımı, yeni bir uzmanlık dalında eğitime adamaya hazırım.

Simbach’da 2010 yılının Ekim ayında Psikisomatik, Psikoterapi uzmanlığını bitirdikten sonra Psikiyatri dalında ikinci ihtisası yapmak için 2010 yılı sonunda Landshut Bezirkkrankenhaus Psikiyatri bölümünde çalışmaya başladım. Çalıştığım Bağımlılar kliniğinde hastalarım bu kez Almanlardı, dikkatimi çeken bir olgu hastalık sebeplerinin aynı göçmenlerde olduğu gibi sosyo-ekonomik oluşuydu. İşsiz kalıp, herşeylerini haybedenler, Mobbinge maruz kalanlar, çağın fenomeni stres altında olanlar, kötü iş koşulları, çocuklukta aile içi cinsel tacize uğrayan kadınlar, şiddet gören kadınlar v.s. Hepsinin hazinli bir hayat hikayesi vardı. Sorunlarla başa çıkamadıkça çözümü alkolde, uyuşturucuda aramışlar. Tren istasyonlarında, bankamatiklerde uyuyan ya da para dilenen bağımlıları görsem ‘’Bu insanlar daha güzel bir yaşamı hakediyor. Hiçkimse isteyerek bu duruma düşmez. Bu sistem olmasa soğuk kış günlerinde sokaklarda yaşamak zorunda kalmazlardı’’ diye düşünür utanırım insanlığımdan. Yani Kars günlerimden bu yana utanmalarım devam ediyor, etmeli de. İnsan bu kadar haksızlığı, yoksulluğu görüyor da başını çeviriyorsa, üç maymunu oynuyorsa, tepki duymuyorsa, utanmıyorsa insan olamaz.

2012 yılında Psikiyatri ihtisasına devam etmek için Nürnberg Nordklinikum Psikiyatri bölümünde asistan doktor olarak göreve başladım. Burada da Gerontopsikiyatri, kapalı olan psikoz servisinde, Depresyon Servislerinde görev yaptım. Burada da hastalıkların sosyo-ekonomik ve kültürel kaynaklı olduğu göze çarpıyordu. Lanshut Bezirkkrankenhaus için saydığım hasta grupları burada da vardı. Yine beni en çok etkileyen kadın hastaların durumuydu. Görülme sıklığı farklı da olsa şiddete, tacize, tecavüze uğrayan kadınların yoğunluğu bana Kars’taki hekimlik günlerimi hatırlattı. 

Türkiye’nin ücra bir yeri de olsa, Almanya’nın şehirleri de olsa kadınların durumu, gördükleri şiddet yani ezilmeleri biribirine benzerlik gösteriyordu. Buna bir de yabancı ve göçmen kadınlarda göçmenlikten sorunlar ekleniyordu. Nürnberg’e geldiğim ilk yıllarda Türkçe konuşan psikiyatrist olmadığı için telefonum susmuyordu, Almanca dertlerini anlatamayan birçok Türkiyeli göçmen benden yardım istiyordu, Türkçe konuşan psikologlara yönlendirmek de çare değildi onların da bir yıla kadar uzayan bekleme listeleri vardı. Hergün birkaç hastaya ‘’ne yazık ki ben yatan hasta bölümünde çalışıyorum. Muayenehanem yok, size yardımcı olamam’’ demek beni çok üzüyordu. Göçmen kitlesinin büyük bir bölümünün sağlık sisteminden yararlanma şansları yoktu, çünkü yakınmalara, hastalıklara özellikle de psikolojik hastalıklara çevirmen aracılığıyla bir yaklaşımın başarılı olmadığını çok iyi biliyordum. 

Institutsambulansta görev yapan meslektaşlarım Almanca bilmeyen ve durumu iyi olmayan birkaç tane hastayı üstlenmemi rica ettiler, serviste çok yoğun çalışmama rağmen kabul ettim, çünkü hastalıkları epeyce ilerlemişti ve bu meslektaşlarım onlara yardımcı olamadıkları için endişeliydiler. Bunlardan biri olan 60 yaşlarındaki erkek hastayı sanırım ömrüm boyunca unutamayacağım. İlk randevüye geldiğinde ağlayarak bana sarıldı uzun uzun ‘’ Dr hanım Allah sizden razı olsun, tam beş yıldır türkçe konuşabileceğim doktor arıyorum, psikologların kontenjanı doluymuş. Bana 1 yıl sonrasına randevü veriyorlar. Artık intiharın eşiğine geldim’’ dedi. Sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim, öylece kalakaldım. Bu hastaya yardım edebilecektim belki de ama ya reddetmek zorunda kaldıklarım? Onlar ne haldeydiler acaba? Tekrar üniversite yıllarımdaki ruh haline döndüm. İstediğin kadar iyi bir hekim ol, en doğru teşhisi koy, tedaviyi uygula yetmiyor, ulaşabildiklerin sınırlı, geride yüzler binler var. Yine o dayanılmaz çaresizlik ve utanma duygusu. Daha önce de dediğim gibi daha yaşanılır bir dünya olsa, çalışma ve yaşam koşulları insana yakışır olsa yani sömürüsüz, sınıfsız bir toplum olsa bu hastalıkların çoğu olmazdı, biz psikiyatristler belki de işsiz kalırdık. Böyle düşüncelerle bu yaşlı hastayla ilk görüşmemi yapıp ikinci görüşme için randevü verdim. Sonra hep kızdım kendime keşke randevü tarihini daha önce verseydim en azından bir gün önce. Çünkü randevü tarihi 16 Nisan 2015 di ve tutuklandığımda ilk aklıma gelen şeylerden biri bu yaşlı hastamdı. Zavallı adam nasıl da sevinmişti.

O sırada serviste yatan başka bir Alman kadın hasta geldi aklıma. Çocukkken babası tarafından yıllarca cinsel şiddete uğramış, hatta babası kumar borcu olarak onu başka erkeklere sunmuş. Onu bedensel muayene edebilen tek doktordum ve ilk muayenede gördüğüm tablo karşısında dehşete düştüm. Vücudunun heryeri derin yara izleri kaplıydı. Yaşadığı tüm bu travmalar sonucu kadın olarak kimliğine ve bedenine nefret geliştirmişti ve hayatı boyunca kendini cezalandırmak için kendine zarar vermişti ve bedenini yaralamıştı. Sık sık ağır depresiv yakınmalarla psikiyatride yatıyordu. Gözaltında bu kadını düşündüm. Bir tek bana güvenip açılabilen kadın bensiz ne yapacaktı?

Dile kolay, 3 yıl çok sevdiğim meslekten öte gördüğüm hekimlikten, hastalarımden meslektaşlarımdan ayrı bırakıldım, cezaevindekigünlerimde sık sık hastalarımı, meslektaşlarımı düşünüyordum ve mesleğimi ne kadar özlediğimi. Bir gün içinde ortadan kaybolmuştum, neler düşünüp neler hissetmişlerdi acaba? Aldığım destek mektuplarından, ziyarete gelenlerin anlatımlarından öğrendim. Ortak söylem ‘’Banu yanındayız, en kısa sürede beraber çalışmaya devam edeceğimize inanıyoruz’’. Çalıştığım klinikteki arkadaşlar, beni ve davayı neredeyse hergün tema edip, insanları bilgilendirmişler. Çeşitli kurumlara, bakanlıklara mektuplar yazmışlar, imzalar toplamışlar. Hatta tutukluluğun bittiği gün işime geri dönebilme garantisini almışlar. Ayrıca tutuklanmadan önce aktif çalıştığım ver. di Sendikası ve özellikle ver.di Mittelfranken Göçmenler Kurulu, diğer kadın kuruluşları, bireyler bizler için, en çok da tek kadın olan benim için bir dizi etkinlik düzenleyip yanımda olduklarını hep bana hissettirdiler. Tüm bunlardan haberdardım ve bu bana inanılmaz bir güç, umut ve cesaret veriyordu, kendimi yanlız hissetmiyordum. Bunları ayrıntılı anlatmama gerek yok, zaten bana gelen mektuplar tarafınızdan kontrolden geçti.

Tahliye olduktan sonra kliniğe gittiğim ilk günü, meslektaşlarımla 3 yıl sonraki ilk kucaklaşmaları, karşılıklı dökülen mutluluk gözyaşlarını hayatım boyunca hiç unutamayacağım. Dakikalar süren kucaklaşmalar, muazzam bir duygu seli. Üst yöneticilerden, temizlik yapan kadınlara kadar birçoğu neredeyse bir kahraman gibi karşıladılar beni, mahçup oluyordum, her seferinde yüzüm kızarıyordu. Hatta ben tutuklandıktan sonra klinikte çalışmaya başlayan, yani tanımadığım kişiler beni ziyarete gelerek, ‘’Sen beni tanımıyorsun ama biz seni ve davayı biliyoruz, yakından takip ediyoruz, Almanya’da bu yaşananlardan, dolayı utanç duyuyoruz, yanındayız’’ diyorlardı. Ya da bazıları ‘’ Senin ve 9 arkadaşının dik duruşları, mahkemedeki tavrınız bizler için çok önemli. Bizler için, insanlık için 3 yıl yattınız, yanınızdayız’’ diyorlardı. Bu güzel cümleleri sadece kişi olarak, ya da mesleğini etik değerlere bağlı olarak icra etmeye çalışan bir hekim olarak üzerime almadım hiç. 

Bunlar sınıfsız, sömürüsüz, barış içinde bir dünya yaratma mücadelesindeki çabalarımın sahiplenilmesi ve onaylanmasının göstergeleriydi. Güzel bir dünya yaratma mücadelesinde toprağa düşen, cezaevlerinde yıllarını geçiren, hala bu uğurda kavga veren kendime örnek aldığım, yaşamları, tecrübeleri benim için yol gösteren, yani kimliğimin oluşumunda büyük katkıları olan insanlardan bahsetmiştim. Bu sahiplenilme ve güzel sözleri onlara, onlarla ve bugüne kadar yanımızda olan yoldaş ve dostlarla paylaştığımız dünyanın en onurlu, en güzel hayaline yani sınıfsız ve sömürüsüz, barış içinde bir dünya inancına atfediyorum.