On sanık arasında tutuklu yargılanan son isim olan Müslüm Elma, 4 yıl 5 aydır tutuklu durumda. Bu kadar uzun bir tutuklu yargılama başlı başına bir ölçüsüzlük teşkil ediyor. Müslüm Elma’nın hayat hikayesi dikkate alındığında, durum daha da ölçüsüz bir hal alıyor: Türkiye’de ağır işkence gördü, 12 Eylül darbesinin hemen ardından atıldığı Diyarbakır Askeri Cezaevinde hayatta kalmayı başardı. Türkiye’de hukuksuz davalar sonucunda toplam yaklaşık 20 yıl insanlık dışı koşullarda hapis yattı.
Müslüm Elma’yla aynı kaderi paylaşarak 12 Eylül darbesinden sonra Diyarbakır Cezaevinde yatan 21 kişi, burada belgelediğimiz bir açık mektupla bu hususlara dikkat çekiyor. Müslüm Elma’nın neler çektiğinin ve dolayısıyla Almanya’da yeniden tutuklu olmanın onun için ne anlama geldiğinin bilincindeler. Kendi deneyimlerine dayanarak, mahkemeden insani bir yaklaşımla Müslüm Elma’yı serbest bırakmasını talep ediyorlar.
Türkiye’de ve hatta kimileri Almanya’da da tanınan siyasetçiler ve sanatçılar da imzacılar arasında yer alıyor; örneğin, eski Kürt milletvekili Hatip Dicle, eski Diyarbakır belediye başkanı Mehdi Zana, şair ve yazar Recep Maraşlı, ünlü avukat Ruşen Arslan ve yazar Hasan Hayri Aslan.
27 Kasım 2019 tarihinde imzacıların bir bölümü Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi salonuna gelerek davayı takip edecek.
Arka Plan
Diyarbakır Askeri Cezaevinin anlam ve önemini, mahkemenin görevlendirdiği bilirkişi Prof. Dr. Neumann 12 Mart 2018 tarihli celsede dile getirmişti:
12 Eylül 1980 darbesinin ardından “askeri cezaevlerinde yalnızca askerler hapis yatmıyordu, aynı zamanda orduyla bağlantısı olmayan ama askeri mahkemeler tarafından mahkum edilmiş ya da olağanüstü hal esnasında askeri cezaevlerine teslim edilen 100 bin insanın yattığı kurumlardı. … Diyarbakır Cezaevi özel bir durum teşkil ediyor, bir simge haline gelmiş durumda. Cezaevi kapatıldığında gerek CHP üyesi, gerekse HDP üyesi eski tutsaklar, yani hayatta kalanlar anıta dönüştürülmesi için girişimde bulundular.
Cezaevi kesinlikle aşırı doluydu, yıkanmak ve yemek gibi hayati gereksinimlerin karşılanması bile neredeyse imkansızdı. … Dayak, işkence ve aşağılamaların sürekliliği, Diyarbakır’la ilgili sistematik çalışmalarca tartışmaya yer bırakmayacak derecede iyi ve ayrıntılı bir biçimde belgelenmiş durumda. … Diyarbakır’ın bir simgesine dönüştüğü bu askeri cezaevlerinde, Kürt tutsakların sağ salim çıkmasını neredeyse olanaksız hale getiren kurallar söz konusuydu. … İşkence ve ihmal nedeniyle yaşanmış 34 ölüm vakası belgelenmiş durumda. Gerçek sayıysa büyük olasılıkla daha yüksek. Diyarbakır cezaevi hakkında anlatılanlar arasında beni en çok etkileyen, tutsakların bir tarafta elektrik vermek, dayak, uykusuz bırakma gibi yöntemlerle tek tek tutsaklara ya da gruplara belirli zamanlarda uygulanan ağır bedensel işkence, diğer taraftaysa tutsakların günlük yaşamda keyfi uygulamalar, aşırı doluluk, yetersiz beslenme, gerçekçilikten uzak düzen ve temizlik talepleri, sürekli gürültü, kendilerini gülünç duruma düşürerek aşağılayacak biçimde askeri disipline uyma emri yoluyla terörize edilmesiydi.”
Müslüm Elma 11 Haziran 2018 tarihli celsede Diyarbakır Cezaevinde geçirdiği zaman hakkında şunları söylemişti:
“12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra Diyarbakır 5 No.lu Askeri Cezaevi gerçek manada bir esir kampıydı ve bu cezaevindeki tutsakların yüzde 95 Türk hakim sınıfları tarafından yok edilmeye çalışılan, yok sayılan milli zulüm altında inim inim inletilen Kürt ulusuna mensup yurtsever devrimci tutsaklardı. Dolayısıyla askeri kurallara uyma adı altında dayatılan politika bir Türkleştirme, ulusal demokratik değerlere yabancılaştırma politikasıydı.
Elbette ki 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra, Türkiye’de bütün askeri hapishanelerde dayatılan askeri kurallar – baskılar söz konusuydu. Ama Diyarbakır 5 No.lu askeri cezaevinde öncelikli olan soru Türk müsün Kürt müsün sorusuydu. Kürdüm yanıtı militarist odaklar için yanlış bir cevaptı. Yapılan işkencelerin sürdürülmesinin bir nedeniydi.
“Her Türk asker doğar”, “Bir Türk dünyaya bedeldir” ırkçı düşünüş tarzıyla eğitilen bu güçler, Türkiye coğrafyasında Kürtlerin, Ermenilerin ve başka halkların olmasını mümkün olmayan bir olgu olarak görüyorlardı. Türk dışında ifade edilen tüm ulusal kimlik söylemlerini hainlik olarak görüyorlardı. Bunun için de yapılan tüm baskılar inkar – imha ve asimilasyon politikaları üzerinde şekilleniyordu. …
Abartısız bir şekilde şunu söyleyebilirim ki bu hapishanede gaz odaları dışında her türlü işkence yöntemi uygulandı. İşkence araçlarına gelince: Cop, kalas, zincir kullanma, soğuk suyun altında bırakma, falaka, meydan dayağı, kış günleri betonun üzerinde insanları soğuk suyun içinde yatırma, koğuş pencerelerini kapalı tutarak tutsakları havasız bırakmaktı. Açlık ise yılları kapsayan bir sorundu. Kimi zamanda buna susuz bırakma eylemi ekleniyordu. Psikolojik işkence, hakaret vb. Saldırılar sıradan vakalar gibiydi. Bu feci koşullar altında onlarca devrimci birçok hastalığa yakalandı. Bunlar içinde en yaygın olanı tüberküloz hastalığıydı. En ağır olanlar için özel bir koğuş açılmıştı. Bu koğuştaki tabloyu burada tanımlamam oldukça zor, başaracağımı da sanmıyorum. Hasta olmamama rağmen cezaevinde sorumlu olan işkenceci katil, Esat Oktay Yıldıran bir gün tek kaldığım hücreye gelerek “Senin için güzel bir yöntem buldum” diyerek gitti. Ben ise polis sorgusunda hapishanede karşılaştığım yöntemler dışında başka bir yöntem kaldı mı sorusuna yanıt ararken kendimi tüberküloz hastalarının kalmış olduğu koğuşta buldum. Yargı kurumu, polis ve hapishane üçlüsü birlikte çalışıyordu. Bu sorun özgülünde hedeflenen ise şuydu: Tüberküloz hastası olmamı sağlamak ve böylece daha da bünyemi güçsüz kılarak hakkımda ileri sürülen iddiaları zorla kabul ettirmekti. Altı ay bu koğuşta bırakıldım. Bu süre içinde işkencecilerle birlikte çalışan kimi hapishane doktorları tarafından kontrol ediliyordum. Sonuçta hastalığa yakalanmadım ve onlar da beni yeniden hücrelere götürmek zorunda kaldılar.”
“Evet, işkence bir insanlık suçudur. Buna karşı susma hakkının kullanılması insanlık onurunu savunmaktır. İşkencecilerin ve yargı kurumlarının bu tutumu “örgüt tavrı” olarak değerlendirmeleri insani değerlerden ne kadar uzaklaştıklarının da açık bir göstergesiydi. Sorgu merkezlerinde bu insanlık dışı uygulamayı protesto etmenin en iyi yöntemlerinden biri de susma hakkının kullanılmasıdır. Benim de yapmaya çalıştığım buydu.”